İnci Gürbüzatik
Amerika’nın, Afganistan’dan dünyayı şaşırtan bir kararla çekilmesinin ardından olayların odağına burkalı kadınlar yerleşti. Kadın’ın her konu ve siyasi görüşteki erk-ek kararlı konumu yine gözler önüne serildi. Ben de burkanın penceresinden bakıp kadınları özgürlükler bağlamında edebiyatla ilişkilendirdim hemen. Sanat Tarihi’nde de, bu günde de görülmeyen, görmezden gelinen kadınların edebi geçmişini şöyle biraz kurcalayayım dedim. Edebiyatta kadınlar, aslında benim için canlılığını hep koruyan hep sorgulanan, itiraz ettiğimiz, üzerinde uzun uzun düşünülen derin bir konu, kapanmayan yara. Zorba Dergi’mizin cinsiyet eşitsizliği konusundaki hassasiyetini bildiğimden konuyu yazılmaya değecek kadar önemli buldum.
“İnsanlar kadın ve erkek olarak birlikte yaratıldıklarına, tarihsel süreçte birlikte var olduklarına göre, neden geçen bu binlerce yıllık zaman içinde kadınların sanatından söz edilmiyor, 18.yy a kadar neden kadınlar sanat tarihinde yerlerini alamıyorlar” sorusuyla düşünmeye başladım. ‘İşte bütün mesele burada’ deyip hemen yanıt vardım. Çünkü artık o tarihten itibaren, kadınlarla ilgili bilgiler, kadınların çabasıyla belgeleniyor da ondan. Eğer belge, bilgi yoksa tarih de yok sayılıyor ya hani.
Binlerce yıllık uygarlığın, sanat geçmişindeki kadınların durumu, bu belgesizlik yüzünden pek iç açıcı değil. Binlerce yıl öncenin uygarlıklarında o aşk mektuplarında anlatılanları tabletlere kadınlar değil de erkekler mi yazdı kadın ağzından? Hep erkekler mi kazıdılar mağara duvarlarına o ilkel resimleri, o duygu yüklü şiirleri kil tabletlere onlar mı çiziktirdi? Şiirleri hep erkekler mi yazar? Neden anaerkil toplum düzeni giderek babaerkil oluverdi de, kadınlar öteki olarak görülmeye başlandı? Ne çok soru var yanıt bekleyen.
Dönemin gerektirdiği dinsel inancı temsil eden, iktidara sahip, beyaz ve güçlü bir erkeğin piramidin en tepesinde oturduğu, onu da diğer erkeklerin ve daha sonra “Öteki”lerin yani kadınların, çocukların, engellilerin, eşcinsellerin izlediği bir erkek egemen yapı geçmişte olduğu gibi bu gün de dünyada hükümranlığını hala sürdürüyor. Bu yapıda kadın, diğer eksikli görülenler gibi bir ‘öteki’dir ve kadınlarla erkekler arasında kesinlikle eşitlik yoktur. Bazı ülkelerde daha da yoktur.
İlk tarih yazarı Heredotos bir erkek. Onun kaleminde Zeus’ un Europa’yı kaçırmasıyla başlar mitoloji. Kadın kaçırmalar da birbirini kovalar zaten. Güzel Helena için yıllar süren savaşlar yapılır. Bu savaşlar ve daha başka savaşlarda anlatılan kahramanlıklar kuşkusuz hep bir erkeğin gözünden, onun bakış açısından, kaleminden yansır tarihe. Savaşlar hep kadın yüzünden çıkar. Heredotos MÖ.5.yy da yazdığı o ünlü tarih kitabında kadınlardan söz ederken bakın kadın kaçıran erkekleri nasıl ikna eder. Sözlerine inandırıp onların içini nasıl da rahatlatır.
“Kadın kaçırmak”, ancak bir alçağın işi olarak görülür. Ama kaçırılan kadın için kaygılanmak, aptalların işidir. Akıllı adam, kaçırılan kadını aklına getirmez bile, çünkü bilir ki, eğer kadın kaçırılmak istemezse kaçırılamaz.” İşte tarihe geçmiş, kadınlarla ilgili asla eskimeyen, kabul gören, bugün de geçerliliğini sürdüren eril bir bakış, kalıp yargı. Ben bu satırları ‘Heredot Tarihinde ilk kez okuduğumda çok şaşırmıştım. Üstelik hemen ilk sayfalarındaydı kitabın. Günümüz okurlarına hatırlatmakta yarar var; belki merak edip bakarlar. Antik çağda İlk edebi metin diyebileceğimiz tragedyaları yazanlar da oradaki kadın kahramanları, tipleri yazanlar da hep erkek yazarlardı. Erkek yazım tarihindeki hem ihanet eden, hem de ihanete uğradığı için intikam alan, eli kanlı kadın karakterleri hep erkekler yazdı. Onları sayarsam bir bir konu uzar. Öç, adalet ve kadınlık onuru duygusunun, analık duygusuna ağır bastığını örneklendirmeyi nedense hep erkek yazarlar kayda geçti. Okuyanlar, seyredenler de kadınlık durumlarını hep onların yazdığı gibi sandı. O tragedyaların, romanların yazarı eğer bir kadın olsa, olabilseydi, kadınlar okuma-yazma bilebilseydi yazabilseydi öyle mi yazarlardı acaba?
İlk kadın oyun yazarı bir rahibe, 10.yy da karşımıza çıkıyor. Kadınlar için daha öncesi pek yok. Ünlü Roma Komedyasında Plautus ölümsüzleşirken, onun sanatının çok üstüne çıkan bir yazar olan GENDERSHEİM’li rahibe HROTSVİT’ i, 10.yy da (935-972) tiyatro tarihi, kısa bir cümleyle şöyle bir anar. Dedim ya, belge yoksa bilgi de yok!
Şükür ki Sheakespeare’i feminist tiyatronun öncüsü olarak tanımlayanlar var günümüzde. “Kendine Mahsus bir oda”, bilindiği gibi ”Wirginia Woolf un bu konudaki bakışını yansıttığı benim en sevdiğim kitabıdır. Eğer Sheakespeare, erkek olarak değil de kadın olarak doğmuş olsaydı ne olurdu? Bu olasılığı tartışmayalım bile. Wirginia, kız doğmuş Sheakespeare’in o devirde başına neler gelebileceğini çok güzel anlatıyor kitabında. Kadınlara tanınmayan eğitim hakkını, kadınların giremeyeceği kütüphaneleri, okuyamayacağı kitapları, hatta kadınların üzerine basarak yürüyemeyeceği çimleri. Ama lütfedip kadınların yürüyebileceği yollar yapmış erk, taştan yapmış ama varsın olsun. Ya o yalnızca erkeklerin yiyip içtiği saatler süren görkemli ziyafetler? Antik dönemde de var bu ziyafetler. Düşünüp fikir üretmeden önce şölenler düzenliyor güzel yemekler yiyor erkekler, yoksa kafaları çalışmıyor. Virginia Wolf, özel bir izinle girebildiği o kütüphane gerçeğinde, üniversiteye alınmayan kadınların, geçmişteki kadın yazarların izini sürüyor. Okurken, onun o kütüphanede hissettiği acıyı çekiyor okur. Kadınlara, kadın yazarlara dair çok gerçek var düşündüren, üstelik eşitsizliğin yanı sıra şimdi daha başka şeyler de var…
Sheakespeare’in yazdığı oyunlar feminist tiyatronun ilgi alanında. Çünkü onun yazdığı metinler kadın bakış açısıyla yeniden okunuyor ve yeni yeni anlamlar çıkartılıp yeni yorumlar yapılıyor artık. Onun oyunlarıyla modernizme yöneldiğini ve sanki farkında olmadan bir feminizm sempatizanı olduğunu da konuşuyorlar. Bu konuda kafa yoranlar, erkeklerin oynayacağı önceden bilinen kadın rollerini, yine eskiden olduğu gibi bu gün de erkeklerin oynaması gerektiğini savunuyorlar. “Mademki Sheakespeare oyunlarındaki kadın rollerini erkeklerin oynayacağını bilerek yazdı, o halde bu gün de o rolleri erkekler oynasın” diyorlar. Bu görüş bana çok ilginç geliyor ben de aynı düşüncedeyim çünkü.
Kadın edebiyat eleştirisinin üzerinde önemle durduğu iki önemli konu var. Birincisi, tarihteki tüm kadınlık kurgularının son derece cinsiyetçi olması ve bundan böyle bunun önlenmesi. İkinci olarak da tarihin sayfalarında olmayan yok sayılan kayıp kadınlar.
Bana göre bu da çok önemli. Bu kayıp kadınların araştırılması gerekiyor, bu da biz kadınların görevi olmalı. Ardında belge bırakmayan kadınlar, sanatın olduğu gibi edebiyatın da kamusal alanından dışlanmışlar. Sonuçtan bunu anlıyoruz çünkü. Oysa kadınlar, gerçekten de dramatik sanatların, ya da edebiyatın diğer alanlarının dışında değillerdi, bu konuda çok sayıda örnek verebiliriz. Onların sadece adları tarihe geçmemiş. Üniversitelerimize, tıpkı Virginia Woolf’un yaptığı gibi bizim kadın yazarlarımızı araştırma, inceleme, tanıtma konusunda çok ciddi görevler düştüğünü hatırlatmak isterim.
Sappho’dan, Diotama, Virginia Woolf’a kadar çok az kadın, edebiyatın kamusalında boy gösterebilme olanağına erişebilmiş. Bir şekilde yazıp çizdiğini gün ışığına kavuşturan kadınların, çağdaşları olan erkekler kadar ünlü olmayı başaramadığını biliyoruz. Erkeklerden daha önce yazdıkları öncü dramatik metinler bile tarihe silik harflerle ya da bir satır olarak yazılıyor. Erkek yazarların imajına göre belirlenen, yüzyıllardır bugüne süregelen kadın imgesini yıkmak gerçekten zor. Erkeklerin yazdığı edebi metinlerde kadının nasıl temsil edildiği çok önemli. İşimiz bu yüzden zor. Fransız devriminden güç alan birinci dalga kadın hareketi, kadınlar için erkeklerle eşit insanlık haklarını isteyerek, kadın erkek eşitliği yolundaki ilk mücadele yolunu açıyor ama yeterli başarıyı gösteremiyor.
İkinci dalga kadın hareketinde Simone de Beauvoir, kadının ötekiliğinin üstünlüğüden hareket etmiş, sonra da fark kavramı ve farkın olumluluğuyla, 20.yy ın en muhalif toplumsal hareketlerinden olan feminizme katılıp bir biçimde öncü olmuştu.
Tarihe baktığımızda sadece bizde değil, Dünyanın pek çok ülkesinde, kadınları yüzyıllarca özel alana hapsedilmiş buluyoruz. Okuma-yazma ediminden, eğitimden yoksun olarak hem de. Konuşma alanları daraltıldığından onlar da doğal olarak bulundukları alanlarda dişil bir dil kullanıyorlar. “Kadınlar dünya işlerinden anlamaz. Dünyevi olanla erkekler ilgilenir, erkekler bilgi biriktirirken, kadınlar kendi aralarında istedikleri kadar konuşsunlar ama erkeklerin karşısında sussunlar. Tabii eğer erdemliyseler.”
Kadınların özel alanda, evin içindeki dört duvar arasında, kendileri ve birbirleriyle baş başa bırakıldıkları dünyanın, işte bu yüzden özel bir dili var. Masallar, şiirler, manzumeler, destanlar, ninniler hep kadınlara mal edilir. Bu dil, binlerce yıllık erkek egemen iktidarın dışında kalan ve bazan yalnızca kadınların anlayabildiği, beden hareketleri, sözcükler ya da uyaklı dizelerle zenginleşmiş bir örüntü olarak çıkar karşımıza. Bu dil 18.yy a kadar kayıp görünmektedir.
Antropolojik çalışmalar, susmanın bir erdem, konuşmanın aptallığa kapı açan bir risk olduğuna dair tartışmasız bir inancı belgeliyor. Kadınlar yüzyıllar boyu kendilerinden genç kadınlara dil aracılığıyla aktardıkları dişil bilgiyi, “baba ya da koca ne isterse, o öyle olur”, “kadınların aklı bunlara yetmez”, diyerek değersizleştirmiş, üstelik buna da inandıklarından, tarihlerinin tek kayıt aracı olan sözlü dille aktarabilecekleri dişil deneyimin önemini anlayamamış, belgeleyememişler. Anneannelerinin annelerine öğrettiklerini, annelerinden öğrenip, onlar da kızlarına öğretmişler. Kadınlar, kendi hemcinsleri kadınlara, erkeğin yanında susmanın bir erdem olduğunu öğütleyip bu erdemli oluşun önemini kuşaktan kuşağa aktarırken yüzyıllarca eril görüşe hizmet ettiklerinin farkındalar çoktan.
Kamusal alanda olan, Dünyevi işlerle ilgilenen erkeklerin ayrı bir dili var biliyoruz. Yönetime dair işler onlardan soruluyor, çünkü düşünen, yorumlayan, uygulayan, yöneten, karar veren, tarihi yazıp belgeleyen onlar. Bu yüzden kadınların binlerce yılı kayıp. Ama sorsanız erkeklere göre sanatta kadınlar var. İlham perisi olarak. Düşleri süsleyen güzeller güzeli yaratıklar olarak, ulaşılan ya da ulaşılmayan düşsel sevgililer olarak var. Aşkıyla erkekleri çılgına çeviren dişi olarak var. Cadı olarak, erkekleri baştan çıkartan, aşifte olarak, ocağındaki ateşi söndürmeyen kadın olarak var. Adem’ i baştan çıkartan, cennetten kovulmasına yol açan günahkar olarak var. Sanatta kadınlar obje olarak var. Leonardo’nun, Refaell, Mikelangelo ’in resimlerinde primadonna olarak bütün ihtişamıyla var. Model olarak, nü olarak, eğlencelik olarak var ki var.
Feminist Edebiyat, Tiyatro aracılığı ile Amerika’da 1960 larda yayılmaya başlıyor. Artik kadınlar çevre, etnik grup, savaş karşıtlığı gibi konularla ilgileniyorlar. Ama ne yazık ki yayınevleri, dergiler, tiyatrolar erkekler tarafından yönetiliyor ve ne zaman kadın yazarlar baskın kültürün biçemlerine ve ideolojilerine tepkili, ironik bir eleştiri getirmeye kalksalar bu metinler sessizleştiriliyor ya da görmezden geliniyor. Bu gün de öyle değil mi?
Cinsiyet çoğu kez akla doğrudan kadın bedenini getiriyor ve buna karşıt, dünyanın işleyişi hâlâ erkeklere ait bir iş düzeninde yürüyor. Dünya onların gözünden, düşüncesinden eril bir bakış açısından tanımlanıyor. Oysa asıl çelişki burada. Çünkü dünyanın işleyişi üzerinde kadınların işlevini tartışmaya açmak bile anlamsızdır. Bu bakış, kadın bedeninin denetim altına alınmasına itirazdan; bütünüyle eril, erkeksi olanı vurgulayan dilin içindeki kadınsı yapıları ortaya çıkartmaya dek, birçok alanda kendini gösteriyor. Erkeksi imgeler, dolmakalemler, Phallus’lar, kadın bedenini tanımlama imleri, semboller, gökdelenler, kuleler, fıskiyeler, eril dilin ürünleri olarak edebi metinlerde yerlerini hala koruyor. Bunların karşılığı olan dişil semboller, gerek kadın gerekse günümüz erkek yazarların edebi metinlerinde hala görünür değil. Kadınlar hala dişil bir dil geliştirip yaygınlaştıramadılar.
200 yıldan bu yana kadın yazarlar artık kadın bakış açısıyla yazmaya başlıyorlar. Erkeklerin önemsemediği küçük, domestik şeyler, kadınsı ayrıntılar, yaşanmışlık ve gözlemin önemi, dişil bir dille edebi metinlerle az da olsa çıkıyor ortaya. Elbette kadınların insan ve düşünce özgürlüğü konusundaki eşitlikle ilgili haklarını sonuna kadar savunmaları gerektiği de bu dille yansıyor. Kadın yazarlar kendi cinslerine özgü, bağımsız bir varoluşla, yazma konusunda kalem oynatıyorlar. Belki de bu yüzden kalıpyargılara yeniden bakmamız, karşı çıkmamız gerekiyor. Yeniden üretirken kadınlara dair birçok cinsiyetçi kalıp yargıyı besleyen eril bakış açılı yanlışa düşme tehlikesini, önemle dikkate almak gerekiyor.
Hala erkek egemen bir edebiyat yayın sisteminde kadın sorunlarına duyarlı kadın yazarlar bir şeyleri dönüştürmeye, önyargıları yıkmaya, yanlışları düzeltmeye uğraşıyorlar. Binlerce yıldan beri erkek egemen güçlerce kurulmuş çarkı, işleyişi bir anda düzeltmek, yargıları gerçeğe dönüştürmek o kadar kolay değil. Yeni girişimlerin sonucunu zamanla göreceğiz. Sanırım bu da kadın yazarlar olarak çok tartışmamızı gerektirecek. Kendisini kadın bakış açısına duyarlı, hatta feminist olarak tanımlasın ya da tanımlamasın, kadınlara edebiyat alanında yer açan her girişim, gerçekte Dünya’nın geleceğinin selameti açısından büyük bir amaca yöneliyor. Erkek yazarların imajına göre belirlenen yerleşmiş kadın imgesini yıkma, dönüştürme görevi de doğal olarak kadın yazarlara düşüyor. Edebi metinlerde erkek yazarın sevgilisi, kız kardeşi, annesi, kızı, torunu olan kadının, onların kaleminden, gözünden, düşüncesinden nasıl temsil edildiğine ve hiç kuşkusuz nasıl yansıdığına yeniden bakmak gerekiyor.
Eril imgelemin örgüsünde dolanır, eril dille konuşur, eril gözün içinden aynaya bakıp kendimizi oradaki eril sayfaların satırlarında görürken, tarihten bu yana çok az şeyin değiştiğinin farkındayız. Hâlâ, “Kendisini kendi düşüncesi, kendi diliyle, ‘Dişil’ bir dille ifade edemezse, kadın da yoktur” diyoruz. Ama artık çok zaman geçti. Ne acıdır ki, 21.yüzyılda yaşayan burkalı kadınlardan biriymişiz gibi o bez kafesli pencereden bakıp bu meselenin içinden nasıl sıyrılırız diye hızla düşünmemiz, hızla çözüm bulmamız gerek. “İfadesi olmayan kadının kendisi de yoktur” sözü önemini koruyor. İşte o yüzden Dünya’yı, yaşamı, burkanın penceresinden görüp de kendi öykülerini yazamayan o kadınlara, biz de öyle uzaktan bakıyor yazılmayan öykülerini öyle uzaktan okuyoruz. Keşke kadınlar da kendi tarihlerini kendileri yazabilse, burka da, penceresi de, zihniyeti de tarihte kalabilseydi.
Kaynakça
1-‘Kendine ait bir oda
’Virginia Woolf.
2-20.yy Tiyatrosunda kadın bakış açısının yansımaları,
Kültür bak. No 2691 Ank
Doç Dr.Güzin Yamaner,
3-Tiyatro Tarihi Özdemir Nutku
Yorum
Inci Gurbuzatik yazısı
Çok kapsamlı , derinlikli, bilgilendirici bir inceleme yazısı. Kutluyorum. Emeğine sağlık
Binyıllardır erkek egemen…
Binyıllardır erkek egemen toplum öğretileri neredeyse genlerimize işlemiş; ama bir kez uyanıldı mı hiçbir güç aydınlanmaya karşı koyamaz. Hâlâ çağdışı yaşıyoruz. Bırakın gün yüzü görmemiş Doğu kadınlarını, bizim gibi hakları altın tepside sunulmuş bir ulusun kadınları bile haklarını ne savunabiliyor ne koruyabiliyor. Her
Tekin
Aslında fikrimce kadınlar yaşamın başlangıcından bu yana bilinenden daha etkililer. Ancak varlıklarının kabul edilmesi için savaşmak, zaman harcamak yerine yapacaklarına odaklanmışlar. Yazdığınız gibi keşke belgeleri olsaydı. Geriden gelenlere güç katardı .
Burkalı Kadınlar Penceresinden
Sevgili İnci Gürbüzatik, dünün, bugünün penceresinden kadının sanat ve kültürel açıdan geniş yelpazeli, araştırmacı gözüyle uzun uzun anlatmasından ziyadesiyle yararlandım. Büyük emek!
Yazarı kutluyorum.
Yeni yorum ekle