1960’larda Hamlet ve Kuğu Gölü Balesini İzlemek

Gösteri Sanatları

 1960’larda Hamlet ve Kuğu Gölü Balesini İzlemek

Prof. Hasan Pekmezci.

 

Son günlerde Atatürk’e sistemli-sistemsiz saldırılar yoğunlaşıyor, aslında bu da bir projenin ayak izleri, parçası. Benim ilgimi çeken çocukların ve gençlerin de işin içinde olmaları. Hepsi de Cumhuriyet’in son çeyrek yüzyılında eğitim sisteminde izlenen politikalarla ve uygulamalarla yetişen. Anadolu’yu saran merdiven altı insan üretimi oyunlarının eseri. Sahte rakı, peynir, ilaç üretilir de insan üretilmez mi? Rakı zehirler de ötekiler zehirlemez mi?

Konumuz, yaşananların temelden sorgulanması gereken eğitim boyutu. Bu çocuklara Cumhuriyet ve Atatürk nasıl anlatıldı?

Kimler hangi hesaplarla Atatürk’e ve Cumhuriyet’in bütün değerlerine saldırıları sürekli olarak gündemde tutmaya çalışıyor? Milli Eğitim ne kadar Milli? Hiç sesi çıkmayan sanki başka bir ülkeden olan ve bu nedenle kayıtsız; duyarsız kalan üniversitelerin; en sıcak bölgede bulunan eğitimcilerin, velilerin, ailelerin sorumluluğu?

Öğretmenlerimiz Atatürk’ün toplumsal yaşamı, hak ve özgürlükleri, çağdaş bir dünya insanı olmanın temel koşulu sayan kazandırdıklarını en yalın, en özünden anlatabildiler mi? Bu kısa, özlü, adrese teslim değinmeler her derste hatta matematik dersinde bile yeri geldiğinde yapılabildi mi? Eğitimin her kademesinde eğitimci ve yönetici olarak görev yapan biri olarak derslerim bir yana, öğrencilerle basketbol oynarken bile söylediğim bir iki cümleyi 50 yıl sonra karşılaştığımızda ‘’Sizin şu sözünüz bugün bile kulaklarımda’’ diyebiliyorlarsa.

Elbette bunları yazarken eğitim gördüğümüz okullarda, her kademede öğretmenlerimizin sadece derslerde değil; yemekte, sahada, tarım alanında, hafta sonu söyleşilerinde, sınıf, okul eğlence programlarında, kır gezilerinde bu ülkenin, bu güzel doğanın, bu özgür köylerimizin hangi badirelerden nasıl kurtarıldığını; vatan sevgisinin, şehitlerin, gazilerin bu toprakları nasıl kutsal hale getirdiğini özlü sözlerle anlatırlardı. Elbette çağdaş yaşamın çeşitli nimetlerini nasıl kazandığımızın, kulluktan özgür, ‘’alnı açık, başı dik bireyliğe’’ geçmenin öyküsünü. Sanatın, sporun, tiyatronun, balenin, müziğin, edebiyatın sarayın duvarları arasından çıkarılıp Anadolu’ya nasıl gelebildiğini. Cumhuriyet öncesi Anadolu’da hangi kültür, sanat ve spor etkinlikleri yapılıyordu. Kim göğsün gere gere ben ‘’Türküm, soyum sopumla’’ diyebiliyordu. Elbette ırkçı bir Türk anlayışı değil bu. Çünkü Osmanlılık bir ulusal bilinç kaynağı değildi. Hem devlet, hem de kültür olarak derleme, toplama zoraki bir pazar filesi gibiydi.   Bu nedenle yukarıdaki cümlemiz ulusal aidiyet bilinci olmayan toplumların kimliksizliğinin nelere mal olduğunu vurgulama tanımlaması.

Osmanlı sülalesinin kapısından geçmemiş Osmanlıcıların ikide bir ‘’Bizi kültürümüzden kopardılar’’ sözüne karşı  birkaç söz ekleyelim buraya: Birincisi hangi kültür, hangi dil? Arap, Acem, Rum, Bulgar,  Ermeni, Yahudi…Bir sayfa tutar sayması. Herkes kendi kültüründe, dininde, sanatında, kitabında.

Örneğin kültür aktarımının önemli ayağı olan matbaacılık-kitap konusunda birkaç bilgi kırıntısı. Basit de olsa teknoloji ile çoğaltarak basımının tarihi Milattan çok önceki tarihlerde Doğu Asya kültürlerine dayanır.’’ ‘’Matbaanın ilk kez kullanılması Uzak Doğu’da başlamıştır. İlk matbaa, ağaç oyma tekniği kullanarak, MS 593'te Çin'de kurulmuş, ilk basılı gazete de MS 700'de Pekin'de çıkmıştır. Dokuzuncu yüzyılda, Çin'de ilk basılı kitap, şu an İngiliz Kütüphanesi’nde bulunan 11. Mayıs. 868 tarihli Diamond Sutra’dır. (1). Aradaki ayrıntılıları atlayarak 1450 yılına gelelim. ‘’Nihayet 1450'de Johannes Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte Almanya'nın Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini bulmuş ve matbaaya uygulamıştır. Gutenberg'in üretimi, özellikle de 1455'te bastığı ve Gutenberg Kutsal Kitabı olarak bilinen Kutsal Kitap, yüksek kalitesi ve ucuz fiyatıyla kısa sürede başarılı olmuş, yeni buluş Avrupa'dan başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Daha sonra tipo baskı olarak adlandırdığımız bu matbaa tekniği sanayi devrimiyle doğan modern baskı makinalarının ve matbaacılık endüstrisinin temeli olmuş ve 20. yüzyıl sonlarına kadar gelmiştir’’

Burada alıntı içinde ‘’Tüm dünyada yaygınlaşmıştır’’ deniyor ya matbaanın Osmanlıya gelişi çok gecikmemiş, ama azınlıklar için. ‘’1493 yılında İspanyol göçmeni David ve Samuel İbn Nahmias Kardeşler tarafından İstanbul'da kuruldu.

Daha sonra diğer azınlıklar da bu teknolojiyi kullandılar ve sadece kendi kültürleri için kitaplar bastılar.

İlk Türk matbaasını da 16 Aralık 1727'de İbrahim Müteferrika kurmuştur. Basılan ilk Türkçe kitap ise Vankulu Mehmet Paşa'nın "Vankulu Lügati"dir’’ (1729).

Batıdan tam 272 yıl sonra.  Osmanlı yöneticileri, Arap harfleriyle kitap basmamak ve kışkırtıcı yayın yapmamak koşuluyla, azınlıkların basım ve yayım çalışmalarına karışmamışlardır.  Bu durum ilk Türk matbaasının açılışına kadar devam etmiştir. (2)  

1729-1928 arasında tam 200 yıl Osmanlıca basılan kitap sayısı ile 1928’den sonra basılan Türkçe kitap sayısı her zaman polemik konusu olmuştur. Bizim amacımız bu değil. Basılan kitapların toplumun, halkın, Anadolu’nun il, ilçe, köylerine ulaşıp, ulaşmadığıdır.‘’Köymen’e göre, Cumhuriyet kurulduğu sırada Türkiye’nin toplam nüfusu 13.6 milyon iken bu nüfusun 10.3 milyonu köylerde yaşamaktadır (Köymen, 1999: 1). Şükrü Kaya’nın da belirttiği gibi “Köy, Türkiye’dir” (3)  Halkın okur yazarlığında alfabe temeldir. Osmanlı alfabesinin yayın tarihine bakın: ‘’1874‟te yayımlanan, “Resimli Elifbâ-yı Osmanî” adlı ilk resimli alfabe kitabını’’(Akyüz,2000)’’ (4) alıntısındaki gibi ilk alfabesi bile Osmanlının son 40 yıllarında. 1923’e göre çok yeni sayılan bir alfabe. Ancak, 40- bilemediniz 50 yıl Elifba okuyabilen bir toplumda okur-yazar oranı ne olabilir ki?    Bu kadar yüzeysel bir kitap anlayışı ile  kültürde okur-yazar oranı,  yazılı kültür zenginliği için çok fazla bir anlam ifade etmez. Konunun açık söylenişi şu ki Osmanlı yazılı kültürü sadece İstanbul’la sarayın güdümünde kalmış, Anadolu’da çok sınırlı çevrelere ulaşabilmiştir.

‘’1729-1928 yılları arasında Arapça harfli Türkçe basılan kitapların sayısı 30.839’dur. Osmanlı Devletinde 200 yıl boyunca basılan tüm kitapların sayısı 30.839’dur. Prof. Dr. Mustafa Argunşah bu sayısı yaklaşık 25.000 olarak belirtmektedir’’ (5) 

Büyük bir imparatorlukta 30.000 kitap. Kaldı ki isterse 130 bin hatta 200. bin olsun; batıya göre oldukça zayıf bir okuryazarlık göstergesi sayılmalıdır. Nitekim Cumhuriyet’e kadar okur-yazarlık oranı en iyimser rakamlarla yüzde 10’lardadır. Bu sayı kadınlarda yüzde 3’tür.

‘’Sonuç olarak, okuryazarlık oranı ister, düşük ister yüksek olsun; Arap harfleriyle okuma yazma ister kolay isterse zor olsun, Osmanlı Devletinde yayıncılık gelişmemiş, yeterli edebiyat ve kültür birikimi sağlayamamış ve okuryazarlık düzeyi bir türlü yükselememiştir.’’ (6) 

Bu alanda 1928 yılında harf devriminden sonra yapılan eğitim seferberliğinde çok önemli adımlarla Anadolu’nun her köyüne, kasabasına ulaşan bir eğitim savaşıyla büyük yok alınmıştır. 1950-51 yıllarında köyümüzün halk odasında sağlıkla, okuma-yazmayla, masallarla ilgili çokça kitap ve kitapçık vardı. İmam olan babam askerde sağlık kursları aldığı için sağlık konularıyla çok ilgiliydi ve köyde hastalara iğne yapma izin belgesi vardı. Evimize, o zamanın ünlü ressamlarınca resimlenen bu eğitim kitapçıklarından getirirdi.

Hani ‘’Bizi kültürümüzden kopardılar’’ diyorlar ya: Pek çok Osmanlı aydını 1920’den sonra keşfetmiştir Anadolu’yu. Bunun hesabı kitabı çok basit. 1920’lere kadar Anadolu’da kaç yazar, edebiyatçı vardı? Hele ressamların neredeyse tamamı İstanbul’daydı.  Atatürk’ün emriyle Ankara’da açılan Ankara I. Resim Sergisi nedeniyle ilk kez 14 Ekim 1923’te İstanbul dışına çıkmış, Anadolu’ya ve Ankara’ya ayak basmışlardır.

Bir başka örnek; Anadolu 1071-1308 yılları arasında ‘’Ben Türk’üm’’ diyebilen Selçukluların egemenliğini yaşadı. Bu 237 yıl içinde Anadolu’da tarihe, günümüze emanet edilen Selçuklu kültürü abidesi Türk mimari eserlerinin neredeyse tamamı ‘’biz buradayız’’ diye bağırıyor her ilde. Araplaşmamış Türkoğlu ata kültürü mirası-emaneti.  Kars’tan Muğla’ya kadar hangi kente giderseniz gidin; Erzurum, Erzincan, Sivas, Malatya, Kayseri, Niğde, Konya, Beyşehir, Alanya. Her bölgede, her ilde günümüze gelen onlarca Selçuklu eserini sadece isim olarak saysak sayfalar tutar. Hanlar, hamamlar, medreseler, camiler, kervansaraylar, kümbetler.

Avrupa Ortaçağın en karanlık günlerini yaşarken, Sivas’ta Divriği Ulucami ve yanında şifahane yapılıyor. Bugün de hayranlıkla, ibretle, hayretle izlenecek eserler. Öyle bir kültür ki kadına saygının, kadının gerçek Hatun olduğu, devlet yönetiminde eşit haklara sahipliği.  Konya’da kışlık saray, Beyşehir Gölünün kıyısında Kubadabad’da yazlık saray yapabilen muazzam bir kültür. Ortaçağda Avrupa’da din adına cennetin anahtarları satılırken; bilim adamları diri diri yakılırken.

Bir başka hesapla, Selçukludan sonra 1300-1923 arasında, 623 yıl içinde Osmanlının neler bıraktığını.  İstanbul, Edirne, Bursa dışında Anadolu’da bıraktığı eserlerin azlığını, sanatsal-tarihsel etkisini, cılızlığını düşünün.

Kim ne kadar inkâr için uğraşsa da kültür ve özellikle yaygın kültür konusu Cumhuriyet’le anlam kazanmıştır. Bu yazımız biraz da bunu amaçlamaktadır.

zorbatv

1960’larda İstanbul’da tarihi Tepebeşı tiyatrosu.

*

1960’lı yılların başında bir akşam üzeri, sınıfımızın önünde TDK üyesi, dilci, yazar,  edebiyat çevresinde saygın bir yeri olan orta yaşı geçmiş edebiyat öğretmenimiz Enver Naci Gökşen. Elektrikli-boynuzlu belediye otobüsüne doluşuyoruz kızlı-erkekli, cıvıl cıvıl. Bizleri mutlu gören ve bizlerle olduğunda yaşadığı mutluluğunu mimikle-sözle belli eden bir eğitimcinin peşindeyiz.  Yüksek kaldırıma yakın bir durakta inip Tepebaşı tiyatrosuna gidiyoruz. Yüksek kaldırımdan yukarı çıkarken oranın özelliği ile ilgili bir iki esprili söz de ekliyor öğretmenimiz.  Tarihi bina, pırıl pırıl giyimli insanlarla birlikte Hepimizin ilk kez gittiğimiz tarihi binaya giriyoruz; ürkek, çekingen; gözümüz öğretmenimizde. Üst katta bize ayrılan sıralara düzenli olarak oturuyoruz, sessiz mi sessiz.  Nereden gelir bilmem; bu balkona ve sıralara ‘’cennet’’ dendiğini öğreniyoruz, daha sonraki gitmelerimizde.  Zaman içinde bizim de öyle kullandığımız. Aşağıda koltuklar var, belki de pufuduk. Herkes birbirine saygılı, güzel giyimleriyle sessizce yerlerine. Ama öğretmenimiz bizim yanımızda, park oturağı gibi tahta sıralarda. Anadolu’nun çeşitli köylerinden bölgelerindeki Öğretmen Okullarına, oradan da resim ve müzik alanında özel eğitim için sınavlarla seçilip İstanbul’a gelen; köylülüğün ürkekliği, çekingenliği ile tedirgin ve İstanbul’a uyum sağlamak için çabalayan bizlerle. Elbette öğretmenimizin zorunlu görevi olmadığı halde kendi isteği ve derdi, bizim tiyatro-opera kültürü almamızı sağlamak, ama buraların kendine özgü adabı ile.

Tarihi Tepebaşı Tiyatrosu. ‘’İstanbul'daki en eski tiyatro yapılarından biri. 1890-1983 yılları arasında hizmet verdi. 19. yüzyıl sonunda inşa edilen ve Türk tiyatro tarihinde önemli yeri olan bir yapıdır. Cumhuriyet döneminde en parlak devrini yaşayan bina, uzun yıllar İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yönetim merkezi… 1970’lerdeki yangınlarda’’ ne acı ki yok olan Barok binanın her yerini didikliyor gözlerimiz. 1908’e kadar yabancı gruplar sahneye çıkar. Sarah Bernart, Jean Bolier o sahnede yer alır. 20 Ocak 1916’da Darülbedayi-i Osmanlı ilk oyununu oynar ‘Çürük Temel’. Sonrası tiyatronun adına da uygun dramatik bir maceradır.

Tiyatro önce özel bir gruba kiralanmış ve epeyce bakımsız kalmış. Ardından 1927 yılında Muhsin Ertuğrul liderliğinde Darülbedayi sanatçıları boya, badana ve çeşitli tamirat işlerini yapmışlar; o tertemiz heyecanlarıyla ahşap binayı tutan kalasları ayağa kaldırabilmek için var güçleriyle mücadele etmişlerdir…

Bir yıl sonra açılır tiyatro. Üç yıl sonra içinde bir de tiyatro okulu açılır. 1932’de Atatürk oyun seyretmeye geleceği zaman iki loca birleştirilir ve ondan sonra adı ‘Atatürk Locası’ olarak kalır. İlk çocuk tiyatrosu da burada başlar. Yan bahçedeki sinema binasını alırlar. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yanına bir de Tepebaşı Komedi Tiyatrosu açılır. Bu son iyi haberdir neredeyse’’ (7)  

Sessizce, dikkatle izliyoruz öğretmenimizi ve çevremizi, insanları, görme ve öğrenme açlığıyla. Ardından neredeyse kulağımıza fısıldanan öz sözlerini, oyunun yazarını, konusunu, başoyuncularını tanımamız için. Oyun bitiyor, hepimizin binaya, salona yoğun heyecanla ilk girişimizdekinden; yaşama bakışımıza yaptığı çok farklı etkilerle; Elbette öğretmenimize olan katlanmış saygımızla.  Kuşkusuz diğer arkadaşlarımızın da beyninde aynı sorular, sorgulamalarla. Daha birkaç ay önce neredeydik, ben Torosların yamacında, sadece taşla kaplı Hakvermez denen Yaylasında, İvriz Köy Enstitüsü çocuklarının alınteri ve emeğiyle yaratılan, yemyeşil, bereket dünyası bir okulda. Köyden çıkıp şehir olarak sadece Konya oto garajını görmüş bir çocuk düşünün.  Ya diğerleri; hepsi Köy Enstitülerinin devamı olan okullardan: Adana Düziçi’nden, bir diğeri Yıldızeli’nden, Kepirtepe’den, Gönen’den, Gölköy’den, Kars Cılavuz’dan. Anadolu’nun her bölgesinin birer motifi. İster istemez, sınırlı sosyal çevrelerden. Ya şimdi, dünyanın en güzel kenti İstanbul, Taksim, Beyoğlu, Galatasaray. Tarihi Tiyatro binası, yazar, şair öğretmenimiz. Her gün evinden, kucak kucak kitap taşıyan, bizi yetiştirmek için didinen babamız, koruyucu meleğimiz Selahattin Taran.

Geç vakit, otobüse binme olanağınız yok, oradan tekrar geldiğimiz yolla, yürüyerek ta Ortaköy’e. Hiç yorulmuyoruz. Kız-erkek güle oynaya, aklımızda, yukarıdaki düşünceler, tiyatro, oyuncular; ‘’Hamlet’’   
Öğretmenimiz de evine gitmek için gecenin o saatinde başka bir yöne doğru ayrılıyor. Günün bütün derslerinin ve ardından geç vakte kadar daha önce bilmem kaç kez izlediği oyunu bizim için tekrar izleme yorgunluğu ile.

*

Birkaç yıl sonra girdiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nün çok önem verilen sözlü sınavında Nevide Gökaydın Öğretmemizin ilk sorusuydu bana. ‘’Delikanlı İvriz’den sonra İstanbul’da okumuşsun, söyle bakalım neler kazandın, derslerin dışında, İstanbul öğrenciliğinden’’

‘’Sanat etkinlikleri, sergiler, öğretmenlerimizin çabasıyla ünlü ressamlarla, yazarlarla, şairlerle tanışma şansı, konserler, tiyatrolar’’ Tiyatrolar deyince birden ‘’hangi tiyatro mesela? ‘’Tepebaşı Tiyatrosundan Hamlet’’ ‘’Paydos ‘’der demez, sözümü kesti ve ‘’Hamlet kimin eseri, konusu ne,  Shakespeare hakkında neler biliyorsun’’, soruları arka arkaya.

Yanıtlarım bitince güzel bir gülümseme ile başını salladı bana. Bu sevgi ile bakışını ölümüne kadar, öğrenciliğimde, öğretmenim olarak; sonra meslektaş olarak birlikte çalıştığımız için yıllarca esirgemedi benden ve emekliliğinde sık sık sohbet etmek için yanına çağırdığı eşim Şükran’dan, her zaman bir anne gibi. Sağlığında hakkında yazılarım yayınlandı, güzel sözlerini duydum, onurlandırdı.

Bu anımı özellikle anlatmak istedim, çünkü bu ilk tiyatro görgümüzü ve ondan sonra nicelerini bize yaşatan Cumhuriyet öğretmeni ve eğitimcisi idollerimizi saygı ve minnetle anmak için.  Özverili eğitimcilerin attığı her çentiğin, her katkının daha sonraki yaşamımızda başka başka boyutlarda yaşandığını vurgulamak için.

 

zorbatv

 8.Görsel; https://yellowbos.com/kugu-golu-devriminin-perde-arkasi/

Örneğin, 1965 yılının Ekim ayından itibaren Ankara Devlet Operasında Kuğu Gölü Balesi topluma sunulmaya başladı, Ankara sanat ortamında ilk kez. Karlı-ayazlı, soğuk mu soğuk bir Ankara gecesinde, gece yarısı Gazi Eğitim’den yayan yapıldak tren yolunu izleyerek, Opera binasına geldik. Bizden önce gelenler de vardı yaşlı insanlar, o kış günü erken gelip bilet alabilmek için. Gençler olarak hemen gelenlerin sırayla listesini çıkardık. Sabah saat 10.00’da gişeler açılıncaya kadar dandik giysilerimiz ve ayakkabılar içinde. Donan ayaklarımızın sancılarına rağmen.

Her şeye değen bir sanat şöleni oldu bizim için; üşümeyi, uykusuz geceyi unutturan.  Sıra bekleyen herkes ancak altı bilet alabiliyordu; biz beş arkadaştık ve çok çok sınırlı harçlıklarımızla aldığımız biletleri okuldaki diğer arkadaşlarımıza dağıttık. Böylece Kuğu Gölü Balesini Ankara’da ilk izleyenlerden 30 şanslı öğrenciydik. Bu tutku, elbette daha sonraları hep yürüyerek gidip gelmek zorunda olduğumuz AST’ın bütün oyunlarının izleyiciliği demekti.

Aradan 58 yıl geçti, bu anı, köy çocuklarının ufkunu açan eğitim sisteminin ve Cumhuriyet ilkelerinin günümüzde nereden nereye sürüklendiğinin, idealist öğretmenliğin nasıl tırpanlandığının, elinin-kolunun bağlandığının sorgulanması anlamını taşır.  

Sürekli sızlandığımız çeşitli konular dahil, Afganistan’da din ve eğitim adına yaşananlara, özellikle kadın ve kızlara yapılan insanlık dışı uygulamalara kadın örgütleriyle ve kadın milletvekilleriyle, üniversiteleriyle bile tepki gösteremeyenler başta olmak üzere, herkes için katmerli sorumluluk demektir.  Akıldan, çağdaş dünyadan yana olan insanlar bu ülkenin özgürlükçü-onurlu tarihi, Cumhuriyet ve cıvıl cıvıl çocuklarımız, torunlarımız ve gençlerimiz için pasif kalamaz. Herkes üstüne düşen görevi çağdaş, akılcı davranışlar içinde göstermek, sahip çıkmak zorundandır. Değilse daha pek çok gencimizin, bir neslin beyni ve geleceği karartılacaktır. Bunun vebali sessiz, kayıtsız, ilkesiz kalanlarındır. ‘’Dünyayı sel basmış ördeğin umurunda mı’’ sözündeki ördekliği yaşayanlarındır.

Eylül. Ekim. 2023

Kaynakça

1.https://tr.wikipedia.org/wiki/Matbaac%C4%B1l%C4%B1k#:~:text=Matbaan%C4%B1n%20ilk%20kez%20kullan%C4%B1lmas%C4%B1%20Uzak,868%20tarihli%20Diamond%20Sutra'd%C4%B1r.

2.Dr.Fatmagül D E Mİ REL. OSMANLI DEVLETÎ'NDE KİTAP BASIMININ DENETİMİ. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/9916

3. (Ergüven, 1937: 315-316) http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/53314.pdf)

4.https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/31901/TEZ.pdf?sequence=1&isAllowed=y

5.(Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetinde Yayıncılık ve Okuryazarlık) (https://mehmetyakut.wordpress.com/2018/04/25/osmanli-devleti-ve-turkiye-cumhuriyetinde-yayincilik-ve-okuryazarlik/)

6. https://mehmetyakut.wordpress.com/2018/04/25/osmanli-devleti-ve-turkiye-cumhuriyetinde-yayincilik-ve-okuryazarlik/

7.https://www.diken.com.tr/bir-yangindan-bir-yangina-tepebasi-dram-tiyatrosu/

8.Görsel; https://yellowbos.com/kugu-golu-devriminin-perde-arkasi/

 

 

 

 

Yorum

Meriç Tastan (doğrulanmamış) Per, 19 Ekim 2023 - 19:09

Hasan hocam ne güzel bir yazı. Çok etkilendim. Sizin kuşak detayları iyi biliyor ve aktarıyor. Sevgi ve saygı

Erkin keskine (doğrulanmamış) Pa, 05 Kasım 2023 - 18:33

Hocam yazı bana siz mi şanslısınız biz mi sormaktan alamadım.
Şimdi kuguyu ancak gölde görüyoruz.
Giderek kendimiz olmaktan çıkıyoruz.
Esen kalın

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.