Edebiyatın Sedası ile Bir Hayat Birkaç Kitap

Edebiyat

 Edebiyatın Sedası ile Bir Hayat Birkaç Kitap[1]

-Söyleşi-

.

      Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Yazarlık yolculuğuna adanmış bir kişi kendinden bahsetmeyi pek gerekli görmez. Bu hususta Kıymetli Hocamız Metin Kayahan Özgül, 5 Cümle Biyografi 25 Cümle Kitaplar adlı söyleşisinde yazarların kendilerinden çok fazla bahsetmesinin uygun olmayacağını vurgular. Zira yazar olmak istiyorsanız hayatınız aslında çok sıradan olmalıdır. Doğrusu ben de bu görüşe katılıyorum. Dolayısıyla kendine özgü rolleri ve görevleri olan basit bir hayatım olduğunu söyleyebilirim.

Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerimi Gazi Üniversitesinde Türkçe ve edebiyat eğitimi alanlarında tamamladım. Kırk yaşıma merdiven dayadım. Her şeyden önce anneyim, Aybars adında bir oğlum var. Her şeyden çok eğitimciyim… Aslen Elâzığlıyım, Ana memleketim Kadim Şehir Urfa. Eş durumundan Giresunluyum…

  1. Oğlunuzun isminin Aybars olduğunu söylediniz. Bu ismi koymanızın bir sebebi var mı?

Aybars ismi, Türkçe ve Orta Asya kökenli bir isimdir. Genellikle erkekler için kullanılır ve anlamı "ay gibi güzel, pars gibi büyük ve güçlü" olarak ifade edilebilir. Aybars, Türk halk kültüründe kahramanlık, cesaret ve liderlik gibi anlamlarla ilişkilendirilir.

Aybars isminin kökeni, Memluk Türk’ü "Aybars" adlı bir hükümdara dayanmaktadır.

Türk tarihinde ve edebiyatında da bazı kahramanlık destanlarında yer alan bu isim, cesur ve güçlü bir figür olarak betimlenir.

Bu ismin oldukça derin bir tarihsel ve kültürel kökene sahip olması, ona anlamlı ve güçlü bir etki katmaktadır. Ben de bir edebiyat eğitimcisi ve ismin kişiye sirayet ettiğine inanarak oğluma bu ismi seçmek istedim. İsmiyle ve şerefiyle uzun yıllar yaşasın dilerim…

  1. Oğlunuza karşı derin bir sevgi görüyoruz, bize anneliğinizde kazandığınız tecrübeleri aktarır mısınız?

Annelik, kadınlara Allah’ın lütfettiği en güzel hediyedir. Üstelik bu duyguyu yaşamak ve yaşatmak için illa bir canlıyı dünyaya getirmiş olmanız da gerekmez. Burası ayrı bir yön… Ancak şuna inanıyorum ki her çocuk için en iyi anne kendi annesidir; farklı bir söyleyişle her anne, şartlar ne olursa olsun kendi çocuğu için en iyi annedir. Dolayısıyla bu işin herhangi bir kullanma kılavuzu, yolu, yöntemi olduğuna da inanmıyorum. İnsan en iyi kendi evladını tanır ve ona göre hareket eder/etmelidir…

Aybars’a karşı sevgim elbette çok derin ve dünyalık olan her şeyin önünde şüphesiz. Anneliğin bana kazandırdığı en büyük tecrübe ise zamanı yönetebilme becerisi diyebilirim. Her şeyi zamanında yaparsanız her şeye zaman ayırabiliyorsunuz. Aslında bu kadar basit 😊

  1. Öğretmen olduğunuzu öğrendik. Öğretmenlik hakkında ne düşünüyorsunuz ve mesleğinizi seviyor musunuz?

Evet, şükür sebeplerimdendir öğretmen olmak… Zira ben mesleğime âşığım… Yeryüzünde maddi çıkar için yapılmayacak iki meslek olduğuna inanırım. Bunlardan biri öğretmenliktir. Öğretmenlik, hayatının sonu olduğunu bilme heyecanına rağmen bu dünyayı hiç terk etmeyecek gibi davranmaya devam eden bir canlı türüne aslında bu gerçeği farklı açılardan tekrar tekrar hatırlatmaya gönül vermenin kısa adıdır. Yani en azından ben böyle tanımlıyorum kendimce… Herkes kutsal bir meslek olduğundan, sabır gerektirdiğinden vs. dem vurur. Doğrusu böyledir de… Ancak mesleğin unutulmaması gereken yönü bence şudur: Hiçbir yapay zekâ aracı, hiçbir makine öğrenmesi veya otonom sistem, âdemoğullarına gerçek bir sevgi veremez. Bu sevginin ise maddi herhangi bir karşılığı asla olamaz. O hâlde gönlünü ortaya koyamayacak hiç kimse bu mesleği yapmamalıdır…

  1. Eğitime bakış açınızı paylaşabilir misiniz?

Aynı zamanda akademisyen kimliği olan biri olarak öğretim programlarımız ile ilgili çalışmalar da yaptım, yapıyorum… Şu an bildiğiniz gibi Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli çerçevesinde eğitim öğretim faaliyetleri yürütülmekte…

Bu soruya şöyle cevap vermek daha doğru ve değerli olur diye düşünüyorum: Normal zekâda ve yeterliliklerde yaratılmış bir birey, ortalama 11-12 yaşında sahip olduğu IQ seviyesine ulaşmış olur. Bu seviye bilimsel açıdan bazı çevresel ve genetik faktörlerden etkilenir ancak doğrusunu söylemek gerekirse tabiatında ne varsa o kadardır. Yani üstüne pek fazla bir şey ekleyemeyiz. Ancak geliştirilmeye açık alan, her birey için, karakter ve değerler eğitimi alanıdır. Değerler ve karakter eğitimi ise aslında ailede başlar. Fakat şüphesiz örgün eğitimde de millî kimliğin inşası ve kültürel değerlerin bireye hissettirilmesi sürecinin yer alması gerekir. Bu gereklilik şöyle bir örnek üzerinden somutlaştırılabilir belki… IQ’su normal değerlerde olan başarılı bir öğrenci düşünün. Bu birey, sadece pozitif bilimler üzerine yetiştirilirse ve tek gayesi başarı ise bu başarıya erişebilmek için her yolu mubah görebilir. Hâlbuki söz konusu bu öğrenci, aynı zamanda sağlam bir karakterle ahlaki ve kültürel değerlerle ilgili gerekli farkındalıkları kazanmışsa ancak o zaman pozitif bilimlerdeki başarısı değer kazanmış olur. Bu açıdan değerlendirildiğinde eğitim anlayışım ortaya çıkıyor sanırım 😊

  1. “Sosyal çürüme hakkında” bir yazınızı okuma fırsatı bulduk. Sosyal çürüme hakkında ne düşünüyorsunuz sizce sosyal çürüme nedir?

Aslında bu sorunun gizli cevabı az önce paylaştığım düşüncelerde saklı… Fakat şöyle söyleyebiliriz, Türkiye Felsefe Kurumunun da Başkanı olan Kuçuradi: “Okullarda felsefe öğretsek 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur. Bilgisizliğin yarattığı sonuçlar yüzünden acı çekiyoruz. Mesleki eğitimden önce ‘insanlaşma eğitimi’ verilmeli.” diyor. Buradaki insanlaşma eğitiminden kasıt şüphesiz ki bireylere insan olmanın anlamının, etik değerlerin ve toplumsal sorumluluk bilincinin öğretilmesidir. Özünde, toplumun teknik bilgiye sahip olmasından çok, ahlak ve insan odaklı bireyler yetiştirmesini vurgulayan bu düşünce asrımızın hastalığı hâline gelen ve son zamanlarda sıkça kullanılan “sosyal çürüme” kavramı için bir çözüm yoluna karşılık gelebilir. Bilgisizliğin yarattığı acılar ifadesi ise günümüz insanının mücadele etmeye çalıştığı çatışmalar, ayrımcılık, şiddet ve bilumum sosyal olumsuzlukların sonucu olarak addedilebilir. Bu şekilde değerlendirildiğinde aslında Kuçuradi, köklü bir eğitim reformuna vurgu yapıyor. Bu da toplumun hemen her kesiminden kişinin diline pelesenk olan “Bir sosyal çürümeye doğru gidiyoruz/Sosyal çürüme yaşıyoruz vs.” gibi ifadelerin sıkça duyulmasının esasında büyük bir maarif meselesi olduğunu hatırlatıyor. Bilim ve felsefenin ışığında millî kültür ile değerlerden beslenen ancak uygulamada da katı bir disiplin gerektiren gerçekçi bir maarif disiplini inşa edilmesi bu açıdan şart görünmektedir.

Bu doğrultuda toplumsal bir ahlaki çöküş ve nihayetinde bireyselleşmenin bencillikle karıştırılması neticesinde yaşadıklarımız, esasında sosyal çürüme olarak değerlendirilebilir. Mesela yakın zamanda ortaokul öğrencileri ile yapılan bir araştırmanın sonucunu paylaşmak isterim. Öğrencilere önce, “Kendin için neler istersin?” diye bir soru yöneltiliyor. Ardından “Arkadaşların için neler istersin?” diye bir soru yöneltiliyor. Sonuçta, kendisi için olumlu ve yararlı istekleri olan çocukların hiçbiri, evet maalesef hiçbiri arkadaşları için hiçbir şey istemiyor. İşte size, bir sosyal çürüme örneği…

  1. Dilimize giren yabancı kelimeler hakkında ne düşünüyorsunuz sizce bunun önüne geçilmeli mi geçilmeliyse nasıl geçilmeli?

Öncelikle dilde yabancılaşma ve dilimize giren yabancı kökenli kelimeler farkına dikkat çekmek gerekir belki… Bilindiği gibi 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumunun “Türk dilinin zenginliğini meydana çıkarıp onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek ve Türk kültür coğrafyasında iletişim dili olmasını sağlamak” hedefi bulunmaktadır. Dolayısıyla öncelikli amacımız, Türkçeyi doğru ve etkili kullanmayı öğrenmek olmalıdır. Ancak günümüzde gelişen teknoloji, iletişim sağlanan alanların çeşitlenmesi ve bunlara bağlı olarak dilimize giren yabancı kelimeler artmaktadır. Söz konusu bu kelimelerin bazılarına “bilgisayar, yazıcı, tarayıcı, öz çekim” gibi anlamlı ve kullanışlı karşılıklar bulunarak süreklilik sağlanabilirken “otobüs” kelimesinde olduğu gibi karşılığı pek de kullanışlı olmayan kelimeler ise ait olduğu kökenden geldiği gibi kullanılmaya devam edilebilmektedir.

Yine kültürel zayıflıklar sebebiyle ya da sözüm ona modernleşmeyi böyle sanan bazı kesimler tarafından bililtizam, yani bile isteye kelimelerin Türkçe karşılıkları olmasına rağmen yabancı kelimeleri kullanmayı tercih eden kişiler ya da kesimler de bulunmaktadır. “Plaza Dili” adı altında Türkçeyi doğru kullanmaktan imtina eden grup böyledir mesela… Dolayısıyla, bu çerçevede düşünüldüğünde Türkçe karşılığı olan ve bu karşılık mantıksal kullanışlılığı olan bir kelimenin ısrarla yabancı kökenli karşılığını kullanmayı doğru bulmuyorum. Örnek vermek gerekirse “çevrimiçi toplantı” gibi güzel ve Türkçe bir kelime grubu varken “online toplantı” demek bana doğru gelmiyor. Veya “tamam” gibi doğru bir kelime varken “okey” demek, yanlış… O hâlde, söz konusu bu dilimize zarar veren kullanımları terk etmek için çaba harcamamız gerekir. Mümkün olduğunca Türkçe kelimelerimizi yaşatmamız gerekir. Çünkü medeniyetin gelişim seviyesi dilin kalitesine bağlıdır…

  1. Zaman yönetimi üzerine eğitimler verdiğinizi gördük. Zamanı yönetmekteki yeteneğinizi neye borçlusunuz ve sizce siz zamanınızı yönetebiliyor musunuz?

Zaman yönetimi ile ilgili eğitimler verdiğim doğru. Ancak zamanı yönetmek öğrenilebilir bir şeydir. Yani, bir yetenek olduğunu düşünmüyorum. Zamanımı ise büyük ölçüde yönetebildiğimi düşünüyorum. Sohbetimizin başında bir ifade kullanmıştım: “Her şeyi zamanında yaparsanız her şeye zaman ayırabilirsiniz”.Bu durumda şunları söylemek yararlı olabilir:

Her zaman büyük bir görevi küçük parçalara ayırırım: Böylece iş daha az yorucu görünür. Bütün işi tek bir seferde tamamlamak gerekmez ancak her adımda işin bir kısmını tamamlarım.

Kendimi zamanlarım: Her bir görev için kendini zamanlamak iyi bir araçtır. Kişinin bir işe başlamadan önce “bu iş için en az 10–15 dakika çalışacağım ancak sonrasında bırakabilirim” demesi kendini zamanlamasını sağlar. İşe başladıktan sonra kişi devam etmek istemese bile en azından iyi bir başlangıç yaptığı için kendini işi tamamlamaya motive hissedecektir.

Kendimi ödüllendiriyorum: Her bir işi zamanında tamamladıktan sonra kişinin kendini ödüllendirmesi, işin yürütülmesi ve tamamlanması için küçük ama güçlü bir motivasyon sağlar.

Bütün bunların temelinde ise erteleme davranışından vazgeçmek bulunur.

  1. Sizinle ilgili bir araştırma yaparken “Kalabalık Yalnızlık Üzerine”adlı bir yazınızı okuduk. Orda insanların kalabalık içinde yalnız hissetmesine değinmiştiniz. Bu yazınızdan çok etkilendik ve denemenin sonunda sorduğunuz soru bizi gerçekten bu konuda düşünmeye itti ve bizde sorunun cevabını sizden almak istedik. Gerçekten yalnız mıyız? Yoksa yalnızlık sadece etrafımızdaki dünyayı nasıl algıladığımıza dair yanlış anlamadan mı ibaret?

“Kalabalık Yalnızlık” bildiğiniz gibi Türk Dil Kurumunun yılın kelimesi olarak ilan ettiği bir kavram… Kavramın bir yanıyla çelişkili bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Çünkü etrafınızdaki insanlarla derin dostluklar kurmak yerine, onların arasında kaybolmak, kalabalığın sizi bir kimlik olarak kabul etmesi yerine, kendi kimliğinizin onlar arasında kaybolduğunu hissettirebilir. Bu çelişkinin ise insanın en derin duygularını ve varoluşsal sorgulamalarını tetiklediğini düşünüyorum. İnsan, kalabalığın içinde kaybolan bir benlik hâline gelebilir. Ancak belki de bu kayboluş, bir yeniden doğuşa, bir keşfe, gerçek kimliğini bulma yolculuğuna dönüşebilir. Bense “gerçekten yalnız mıyız, yoksa yalnızlık, sadece etrafımızdaki dünyayı nasıl algıladığımıza dair bir yanlış anlamadan mı ibaret” soruma şöyle cevap verebilirim: İnsan aslında içinde ve ruhunda barındırdığı anlamlar çerçevesinde yalnızdır ya da değildir. Zihninizde, yüreğinizde, ruhunuzda sürekli sizi meşgul eden amaçlarınız varsa ve bunları biraz olsun gerçekleştirme gayreti ile yaşıyorsanız dışarıdan görünen yalnızlığınız ancak bir yanılsamadır…

  1. Sizinle ilgili araştırma yaparken yazdığınız kitaplara rastladık. Sizin yazma tutkunuz neye dayanıyor? Sizce bir insan neden ve nasıl yazmalı?

Evet naçizane kitaplarımın olduğu doğrudur. Yazma tutkuma gelince… Şunu belirtmek gerekir ki yazmak eylemi için tutku ifadesi çok güzel ve doğru bir tabirdir.Çünkü yazmak tutkuyla çıkılması gereken bir yolculuktur. Diğer yandan yazmak bir terapidir. Açıkça söylemek gerekirse benim yazma tutkum da duygularımı düzenleyebilmeyi ancak bu yolla başarabilmeme dayanıyor. Çünkü bir duyguyu fark etmeden onu asla yönetemezsiniz. Duyguyu fark edebilmenin en iyi yolu da itikadımca yazmak…

Kişioğlu neden ve nasıl yazmalı demiştiniz? Öncelikle şunu değerlendirmek gerekir belki: Herkes yazmalı mı gerçekten? Ya da yazabilir mi?

Duygusal bir toplum olduğumuz göz önünde bulundurulursa hemen hemen birçok insanın en azından ergenlik döneminde bazı türlerde yazmayı denediğini söyleyebiliriz. Ancak yazma işi uzun bir yolculuktur ve hem sabırlı hem istikrarlı olmayı gerektirir. Aynı zamanda bir altyapı, kültürel donanım en önemlisi de bütün bunları sağlayabilmek için sürekli ve düzenli okuma alışkanlığı gerektirir. Yazarlık okullarında birlikte yol aldığımız bir arkadaşım şöyle bir ifade kullanmıştı: “Ben kâğıt kalemle yazmasam da sürekli zihnimden yazılar geçiyor…” Buna tamamen katılıyorum. Çünkü bu ifade, yazarlığın bir yaşam biçimi olduğu ya da olması gerektiği anlamına geliyor. O hâlde herkes yazmalı mı veya yazabilir mi sorusunun da doğal olarak cevabını vermiş oluyoruz. Burada vurgulamamız gereken diğer bir husus da çağımız insanının iyi bir okur olmadan yazar olmaya çalışmasıdır. İyi bir okur değilseniz Türkçenin inceliklerini de bilmiyorsunuz demektir. Dolayısıyla yazma yolculuğuna hazırlıksız çıktığınız için yolda kalmanız sürpriz olmayacaktır…

  1. “Tükenmez Kalem Yazarlık Okulu” adlı kitabınızı yazarken neyi amaçladınız? Bu kitabın amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?

Kitabın ortaya çıkma hikâyesinden biraz bahsetmek sanırım bu sorunun da cevabı olacaktır:

Ankara Valiliği ve Türkiye Yazarlar Birliğinin ortaklığında gerçekleşen BİLGE Yazarlar adlı bir projede, eğitimci ve editör olarak görev aldım. Bu proje kapsamında verdiğim dersler ve bu derslerde uyguladığım yazarlık eğitimi yöntemlerinden yola çıkarak bir kitap yazmaya karar verdim. Sonuçta Tükenmez Kalem Yazarlık Okulu doğdu 😊

Çağımızın Bilgi Çağı olarak bilinmesinin aksine bilginin ahlakının değer kazandığı iletişim çağında bu kitap, aslında herkesin ihtiyaç duyduğu sözlü ve yazılı iletişim becerisini de desteklemektedir. Bu sebeple aslında “metin ve deneme” yazarlığını temel almaktadır. Edebiyat meraklıları için giriş bölümünde sıkmayan bir edebiyat tarihi ile okuyucularımızıselamladığımız kitap, “Metin Deyip Geçmemek” ve “Deneme’yi Denerken” isimli bölüm başlıkları ile devam etmektedir. Edebî eserler ortaya koymak isteyen yazarlık yolcuları için bu bölümleri, “Şair Olunur mu, Doğulur mu?” ve “Hikâye’nin Hikâyesi, Romanın Öyküsü” başlıkları takip ediyor…

Kitap, Temmuz 2024’te yayımlandı; henüz hayatının baharında 😊 Özenle yazılmış her eser gibi o da okuyucularını bulmaya gayret ediyor. Dolayısıyla bir tek kişi dahi onu okumaya değer bulsa amacına ulaşmış demektir…

  1. Yazarlıklailgili başka eğitimleriniz var mı?

Evet, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Daire Başkanlığının himayesinde Türkmeneli Vakfı’nın Yazarlık Eğitiminden söz edebilirim.  Bunun dışında yine yazarlık eğitimlerim hem çevrimiçi hem de yüz yüze ortamlarda çeşitleniyor.

  1. Yazdığınız kitaplardan biri olan “Türk Yurdunda Şiire Yolculuk” adlı kitabınızın ön sözünde “Takribi 30 yıllık eğitimöğretim sürecinin taçlanmasına vesile olan bu araştırma aslında bir doktora tezi olmasının yanında hayatımın önemli süreçlerinesahiplik etmiş bir eserdir” cümlesiyle bahsettiğiniz sürecin içeriği nedir?

Türk Yurdunda Şiire Yolculuk adlı kitabım aslında “Değerler Eğitimi ve Millî Kimliğin İnşası Çerçevesinde Türk Yurdu Dergisindeki Şiirlerin İncelenmesi” başlıklı doktora tezimin genişletilmiş ve gözden geçirilmiş hâlidir. Hakkı teslim edilerek yazılmış bir tez, bir kitap aslında sadece yazıldığı süreci ilgilendirmez. Hoca olarak ders anlatırken, bir grupla söyleşi yaparken, bir yerde bir seminer verirken de geceden sabaha yaptığınız hazırlıkla olmaz. Özünde bütün bu süreçler bir bilgi ve donanım, kültürel bir altyapı, tecrübe ve görmüş geçirmişlik gerektirir. Yani bir kitabın ya da yazının kaleme alınış biçiminden tutun da ona verdiğiniz başlıkta dahi aslında hayatınızın belli belirsiz bütün süreçleri sezilir. Dolayısıyla doktora tezimde incelediğim 1911-1931 yılları arasında Türk Yurdu dergisinde yayımlanan şiirler de onlara bakış açım da çalışmaya verdiğim isim de yaklaşık otuz yıllık eğitim öğretim sürecimden, hatta ailemden ve çocukluğumdan izler taşıyor…

  1. Bize biraz çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

Sakin, sessiz; genelde el işi, resim ve Türkçe gibi derslerden zevk alan bir çocuktum. Orta okul yıllarımda yazmaya başladım. Her zaman okuryazar biriydim. Hep düzenli ve planlı çalışırdım. Duyarlı ve iyi gözlemciydim. Bu da bana ve hayatıma genellikle olumlu yansıdı 😊

  1. Çocukluğunuza dair hatırladığınız ve sizi bugünkü siz yapan bir anınız var mı? Varsa bizimle paylaşabilir misiniz?

Çocukluğuma dair hatıralarım herkesin olduğu gibi çok fazla… Üstelik hafızam pek fena sayılmaz ve bu hatıralar çok küçük yaşlarıma kadar uzanır. Ortaokul birinci sınıfta Ömer Seyfettin anısına bir hikâye yarışması düzenlenmişti. Türkçe öğretmenimiz benim de katılmamı istemişti. Yanlış hatırlamıyorsam Gönen Belediyesi’nin düzenlediği bir yarışmaydı. Biliyorsunuz Ant adlı hikâyesinde Ömer Seyfettin “Gönen’de doğdum.” diye başlar metne. Yazdığım hikâyede Ankara’ya, o zamanki en sevdiğim arkadaşlarımla edebiyat bölümünde okumaya geliyorduk. Kurgu böyleydi yani… Hikâye yarışmasında ne yazık ki herhangi bir derece alamadım. En sevdiğim arkadaşlarımla Ankara’ya da gelemedim. Ama sonunda edebiyat eğitimi doktoru oldum 😊 Sanırım Allah bana yazdığı kaderi çocuk kalbime hissettirmişti…

  1. Geçmişe dönüp baktığınızda keşkeleriniz var mı? Bu keşkeleri bizimle paylaşır mısınız?

Keşke, zaman kaybıdır. Zaman yönetiminin sırrı “keşkelerin hepsini hayatınızdan çıkarmaktır”.

  1. Buradan gençlere ne tavsiye edersiniz?

Çok okumalarını, sürekli okumalarını; eğitim hayatlarını her şeyin önüne almalarını tavsiye ederim. Bizi milletçe kurtaracak ve refaha kavuşturacak olan tek şey budur…

 

 

Dr. Seda Artuç Bekteş

Anne- Eğitim Uzmanı- Yazar- Editör

 

[1]Bu röportaj, Ankara’daki bir lisede eğitim ve öğretimini sürdüren öğrenciler tarafından yapılmıştır. Öğrencilerimiz Nisa Nur Demir, Fatmatül Zehra Demirel ve Melike Sündüs Yavuz’a teşekkür ederiz.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.