Fulya Bayraktar’dan Yan Yana
Hayat da, örülen oyalar gibi bir ters bir düzdür çoğu zaman
Meliha Yıldırım
Fulya Bayraktar, üretkenliğiyle yazın dünyasında kendine yer edinmiş özgün yazarlarımızdan biridir. Çoğunlukla konuları ele alış şekli, insanların başkaları için önemsiz görünen serzenişleri, boyunu aşan sıkıntıları yarı mizahi dilinin arkasında gizlediği, sızlayan yaraya dokunan kalemiyle okuyucusuna yansıtır.
Fulya Bayraktar’ın ilk öykü kitabı Yuh! da bireyin hayatta kalma ve insanca yaşamak için verdiği mücadele, toplumsal sorunlarla boğuşurken onun insanlık halleri öykülerinin ana izleğini oluşturur.
Bayraktar’ın ikinci öykü kitabı Bana Öyle Tuhaf Bakma da bu sefer yere ve zamana göre değişen tuhaflık kavramını irdelemiş. Kime ve neye göre tuhaf, diye düşünen okuyucunun kendisini de sorgulamasını hedeflemiş. Yadırgayan mı yoksa yadırganan mıdır tuhaf olan? Oysa düşünüldüğünün aksine o ele avuca sığmazlığın, farklılığın yanında istenmeyenden kaçma isteği de barındırır özünde yaşanılan bu tuhaflıklar.
Fulya Bayraktar, edebiyatçı kimliğinin yanında yayıncılık faaliyeti içinde de yer alan bir yazardır. İki ayda bir yayımlanan Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi’ni 2005 yılından bu yana iki edebiyatçı arkadaşı ile birlikte çıkarmaktadır. Dergi bu süre içinde 108. sayıya ulaşmıştır.
Fulya Bayraktar son öykü kitabı Yan Yana’da bireyin kendini öteki hissettiği kapalı, boğucu, duyarsız ortamlardaki hayatlara kendi özgün diliyle ışık tutuyor. Görülmeyeni gösteriyor o dalga boyundaki sisli ışıkla. Yan Yana’da hepsi suret olup okuyucunun yüreğine ulaşıyor. Kitap, Ekim 2022’de Klaros Yayınlarından çıktı. Genel Yayın Yönetmeni Lokman Kurucu, kapak ve sayfa tasarımı Sertaç Altuntepe tarafından yapıldı. Yan Yana’da toplam on sekiz öykü yer almakta. Kitap, “Kan Kırmızı Menekşe” ve “İçime Resimler Çizdiniz” başlıklı iki bölümden oluşuyor.
Kitabın ilk bölümü “Kan Kırmızı Menekşe” insanın birey olarak kabul görmeyişi ve varlığının onaylanmayışı sonucunda onun anlaşılmayan, tükenmiş, sinmiş bir insan tipine nasıl dönüştüğünü anlatıyor. Özellikle kadınlar üzerinden kurguladığı öykülerde yazar, baskının kederli yüzünü açıkça ortaya koyuyor. “Bi Sus Bibi” diyerek, ufalanan kadının bir ömür sesini kesiyor. İnsanın yaptığı bir hatanın pişman olmakla bile geçmeyeceğini, onun kâbusu olmaya devam edeceğini, yalnızca bedelini kendi kendisine ödetmeden kurtulamayacağını, sonunda adım adım bir infaza gidişin ayak seslerini duyurur bir öyküsünde de.
Kitaptaki ilk öykü “Kendim Kadar Yakın”. İkinci tekil şahıs diliyle anlatıyor Yazar seslendiği kişiye. Hiç tanımasak görmesek de birbirimizle ortak dertlerimiz vardır ya evrende. Onlardır bizi birbirimize yakın kılan. Anlatıcı sıcak bir el uzatıyor, yan yana gelmemiş olsa da kendi köşesinde sıkıntısını yaşayana. “Tek başınasın gibi seslendiğime bakıp yanılma. Sen dediğim; kendini yalnızlığın kollarına atıp köşesine çekilmemiş, kendi acısında kavrulup da küllerini kendine saklamamış, tek tek ama binlerce, belki de milyonlarca, dünyanın başka başka köşelerinde kendin için varlıksın. Her ne varsa, bu dünyada arayansın…” (s.9).
Birinci Bölüme de adını veren kitabın en güzel öykülerinden, “Kan Kırmızı Menekşe” de metnin akışını “oya” imgesi sağlıyor. Öykü hayatı görünmez duvarlarla çevrili bir kadının yaşamını ördüğü oyalarla ifadelendirmesini anlatır. Yazar bu karanlık zindanın arkasını görünür kılarak ulaşıyor oraya. Yalnız bırakılmış kadının iç dünyasına giriyor. Adeta iplikten örgüye dönüşümün hayat içindeki yolunu takip ediyor okuyucu. Onun adı Hacer’dir. Daha evlenmeden başlamıştır oya örmeye. Yastıklara, yorgan başlarına, perdelere… Hayatı da hep öyle görür sonunda Hacer. Bir ters bir düzdür çoğu zaman. Kocası, çocukları, sıkıştığı dört duvarın içinde tek ferahlığıdır onun ördüğü oyalar. “Gecenin koyusunu, gündüzün isini pasını aklayıp paklayıp çiçeklere işler Hacer. Vücudundaki yaralardan kan kırmızı menekşe, işittiği küfürlerden irin rengi papatya, duvara çarpılışlarından kara kara güller üretir mesela… Terse düze gelince sıra, bundan nasıl bir çiçek öreceğini bir türlü bulamaz. Ya çiçekten anlaşılırsa deyip kısık sesle, dişleriyle dudaklarını ezer.” (s.15). Fulya Bayraktar’ın sindirilen yok sayılan kadının düşüncelerini anlattığı oya imgesi, kalemin kâğıtla buluşması nasılsa öyle yansır öyküye de. Bir bakıma Hacer de kendini kalem yerine oya ile yazarak anlatır.
“Çıkmayacaktım”da Yazar, küçük bir olayın insanların hayatını nasıl altüst ettiğini anlatıyor. Hani deriz ya gitmeseydim de onlar olmasaydı. Keşke! Bazen başkasının başına gelenin vicdan azabıyla kavrulmak yerine o olayın bizim başımıza gelmesini isteriz. Eğer, sebebi bizsek bütün olanların. Kendini bir ömür sorguya çekip yargılamak, tükenişin sonunda verdiği nihai kararla zaten içinden bitmiş yaşamın tamamen yok oluşunun öyküsüdür. Kitaptaki en etkileyici öykülerden biridir. Yaşarken ölüm sarmalı içine gittikçe dolanmak. “Her gün işten döndükten sonra, evimin karşısındaki boş arsaya gidiyordum. Tabii elimde, köpeklerin ağzından zorla aldığım bir kemikle. Arkaya doğru atılmak istenen bir kemiğin, kaçıncı defada iki metre kadar öne düşüp havaya doğru bakan bir göze saplanacağını test etmek için. Sonunda bu olasılık bir hafta önce gerçekleşti.” (s.33).
İlk bölümde sindirilen, haksızlığa uğrayan kendi korkularının içinde eriyip yok olan insanlar anlatılırken ikinci bölümde “İçime Resimler Çizdiniz” insanın içine oturan, onda iz bırakan olayların üstüne gidenleri anlatıyor Bayraktar. Sekiz öyküden oluşan bu bölümde karakterler hayatın kendisi gibi zamanla değişime uğruyorlar.
“Eskir mi?” adlı öyküde aynı iş yerinde çalışan iki eski dostun birbirlerine kırgın halleri anlatılıyor. Anlatıcı önce sorguluyor dostluğu. Onun zamanla eskiyip eskimediğini. Derinleşmiş dostluklar aslında dar durağanlığa hapsolmuş yalnızlıklar mıdır, ayrı ayrı yaşanan. Yoksa onu bozmaya hiçbir şey engel olmaz mı? İnsanın kendisi bile. Öykünün başlangıcıyla sonu arasında beliren düşünce yoğunluğu içindeki gel gitler, geleceğe dönük umudun var olabileceği alandır. “Hayata, büyüklere, hatta erkeklere meydan okumayı, alfabeyi sökmeye çalışan çocuklar yavaşlığında birlikte öğrendik. Gerçek sorunların ağırlığıyla sinir krizlerine, yarattığımız sahte mutluluklarla gülme krizlerine birlikte girdik. Kırgınlıkları, sevinçleri yoğurup piştik, kâmil olduk. Belki de öyle sanıyorduk.” (s.52). Pes etmeyen taraf anlatıcı oluyor. Küs bile olsa geçmişteki güzellikleri önemsiyor. Yeniden barışmaya çare arıyor.
“Hüznün Tatili”de öykü anlatıcının uzak diyarlarda olduğunu sezdirişiyle başlar. Dünyasal bir başkalık, dediği farklı bir zamana yolculuk yapmış gibi hisseder önce kendini. “Yıllardır görmeye can attığım Karadeniz uzaktan, minik kıpırtıların altından sinsice ve gururla gülümsüyor. Delik deşik yollarsa, denize doğru dikleşmiş, aynı sinsilikle ve tehdit savururcasına karşılık vermekte. Belki Allah’sız rejim bulaşır diye, sınırlarını on yıllarca sıkı sıkıya kapatmış ülkem, şimdi geliş gidişleri kolaylaştırmak için duble yol çalışması başlatmış. Kafam karışıyor…” (s.53) Burasının Gürcistan’da bir şehir olduğunu anlatıcının sorularından anlıyoruz. Zugdidi’li satıcı ile arkadaş oluyorlar. Öyle ki bir ömrü birlikte geçirmiş gibi.
“Gönül Sokağı”da öykü bizi son zamanlarda sıklıkla duyar olduğumuz saklı evlerde yaşanan gizli aşklar ile olan bitenden habersiz çocuklara götürüyor. Kendi ailesine sevgi göstermeyen, sokaklarda kâğıt, şişe toplayan bir babanın gönül sokağındaki sevgilisine ve çocuğuna bağlılığını anlatırken, babalığı yeniden sorgulatıyor “Gönül Sokağı”
Kitabın ikinci bölümüne de adını veren İçime “Resimler Çizdiniz”de Tarık Aslan’ın “İlk Kadın’a” isimli şiirindeki bir dizeden esinlenerek öyküyü yazdığını dip not olarak belirtiyor Yazar. Ne kadar beğenmese de etkisinden kurtulamadığı o kadına öyküde siz, diye sesleniyor. Ne yaparsa ne derse desin kök saldığı aşkının içinde. Başka duvarlarda başka resimlerin içinde onu arıyor. “Başka bir duvarda, bir düğündeydiniz mesela. Üzerinizdeki aynı giysilerle, salona bahar kokuları üflediniz. Annemle karşılıklı göbek atarken, tülbendinizdeki çiçeklerden konfetiler yapıp oturanların üzerlerine serpmiştiniz. Annem öyle şaşkın ve mutluydu ki, kelebek etkisi yapmıştı üzerinde çiçekleriniz.”(s.77). Resimdeki kadının anlatıcının içine çizdiği her resim aslında silinmeyecek bir iz bırakıyor. Öyle ki hayatta kalmak için içmesi gereken onlarca ilacı bile unutturur ona.
Fulya Bayraktar’ın öykü kitabı Yan Yana’da, hayatın içinden insanlar olduğu gibi belli bir farkındalığa sahip kişilere özgü karakterlerin varlığına da rastlanır. Yer yer ironiye dayalı bir anlatım biçimi hâkimdir kitabın genelinde. Yan Yana, hayat, toplumsal izler ve bunların öykü diline evrildiği kurmaca üçgeninden okuyucusuna ulaşan güçlü bir sarmal.
Fulya Bayraktar, Yuh!, Notabene Yayınları, Ankara, 2015.
Fulya Bayraktar, Bana Öyle Tuhaf Bakma, Notabene Yayınları, Ankara, 2018
Yeni yorum ekle