Ölüm Her Şeyi Eşit Kılar…Mı?

Edebiyat

Omnia Mors Aequat (Ölüm Her Şeyi Eşit Kılar)…(Mı?)

Hayatın Sistematiği,

Şenol Zümrüt

 

Çok farklı bileşenlerden oluşan yaşam döngümüzün sistemik süreçlerinde, formüle edilmiş, düzenli veya özel herhangi bir yöntem planı ile dizayn edilmiş, belli bir sistematiği olan hayatımız, bizim dahlimiz olsun ya da olmasın belirli bir süreçte yol alır, ya da biz öyle zannederiz.

Organik bir yaşam sistemine sahip her canlının belli bir evreler süreci vardır. Canlı olan organizma; doğar, büyür ve nihayetinde ölür. Bu çok basit bir biçimde formüle edilmiş yaşam döngüsü her canlı organizma için yazılmış adeta bir kanun gibidir.

Bu ‘’Credoquiaimpossibileest’’ (İmkânsız olduğu için inanıyorum) tanımlamasında olduğu gibi, Hristiyanlığın temel sırrı olarak kabul edilen ‘’Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’’ şeklinde vücut bulan ve Kilise’nin dahi bu ifadeyi açıklamakta zorluk çektiği Hıristiyan Teslisi’ndeki ( üçlü Birlik) Üçlü gibi, yaşamanın döngüsü de çok basitçe ‘’Doğmak, yaşamak ve ölmek’’ şeklinde formüle edilmiştir.

Her canlı ana rahmine düştüğünde ölüm saatinin çarkları dönmeye başlamaktadır. Ölüm hikâyesinin ilk şartı, ön sözü gibidir ana rahmine düşmek. ‘’Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.’’ Montaigne’in (1533 1592) Denemeler adlı eserinde bu sözü görürüz. Ölüm saatinin çarkları ile ilgili olarak, Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı. Roma Stoası (Yeni Stoa) döneminin kurucu filozofları arasında yer almış olan Seneca’nın (MÖ 4-MS 65) sözü de bu anlamda çok yerindedir. Prima, Quaevkamdedit, hora carpsit. Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz.

Ana rahmine ilk düştüğü andan itibaren o canlının alacağı nefes sayısı ve gelecekteki yaşamının her evresi artık hayatın sistematiği içerisinde her şey planlanmış bir biçimde adım adım ilerleyecektir. Her şey bir plan dâhilin de, ne bir eksik nede bir fazla olacak şekilde muntazaman işler.

Bu sistematik yaşam döngüsüne, sürecine inancımız gereği ‘’kader’’ de deriz ki bu akide biz insanları çaresiz kaldığımızda en savunmasız hallerimizde, başımıza gelen her türlü musibet karşısında tüm metanetimizle kâinattaki eşsiz dengenin farkına varmamızı ve büyük bir tevekkül ve tefekkür ile başımıza gelenleri kabullenmemizi sağlar ve neticesinde kaçınılmaz olarak yüce yaratanın hükmüne ram oluruz.

Başımıza gelen her türlü musibet karşısında çaresiz kaldığımızda bunun bir sabır imtihanı olduğuna inanırız. İnsanın kendinden kaynaklanmayan acı ve ıstırapların da bir hikmetinin ve karşılığında bir rahmetin olduğunu, sabrın bir fazilet, mümin olmanın en önemli bir özelliği, niteliği olduğunu düşünür, sabrederiz ve bu çaresiz durumlarda Allah'a karşı isyan etmeyerek sabır konusundaki imtihanı başarıyla geçtiğimizi düşünür ve inanırız.

İnsanı psikolojik ve ruhsal olarak dayanılması çok güç olan olaylar karşısında sakinleştiren bu düşünce sistemi aslında insan için en rahatlatıcı bir duygu olduğunu söyleyebiliriz. Her şey Allah’tan, alacağımız nefes sayısının bile belli olduğunu, ölüm için; vadesi dolmuş, yapacak bir şey yok gibi söylemlerin insanoğlunun çaresiz kaldığı zamanlardaki en yakın desteği olmaktadır. Çünkü Kader ve kaza olgusuna iman edenler bilir ki, canlı veya cansız olan varlıkların kaynağı sadece Allah’tır. Allah var olmasını istediği bütün olayları “Ol!” diyerek oldurmaktadır, Külli irade, evrende yer alan bütün işleri sonsuz sayıda isteyerek oldurabilen ilahi iradeyi ifade eder. Kader inancı kapsamında Allah’ın önceden olmuş ve sonra da olabilecek olan bütün işleri bilmesi ve bu duruma göre takdir etmesi şeklinde ifade edilebilir.

Evrenin sahibi, tüm canlı ve cansız varlıkların üzerinde hâkimiyet ve tasarruf gücü olan, kâinatın maliki ve kâinatın sahibi ve hükümranı yani meliki Allah’ın Külli İradesi ile yaşananların ve yaşanacakların her anı belliyken, insanın cüz-i iradesi ile baş edemeyeceği olaylar karşısında kadercilik anlayışı, insanın yaşadığı problemlerle baş etmesinin en kolay ve sakinleştirici bir yolu olduğu düşünülebilir.

Hayatın, bize bahşedilen yaşam sisteminin bir sistematiği var demiştik. Sistematik olgusunda bir irade olduğu bilinmektedir. Sistematiği kurgulayan yani kaderimizi belirleyen bir güç olduğuna inanır ve Alın Yazımız yani kaderimizin Küll-i İrade ile Allah tarafından yazıldığına iman ederiz. Bu yazgımız, daha öncede yazdığımız gibi basit bir formülü var gibidir. ‘’Doğar, büyür ve ölürüz’ ’Bu formüle göre yaşamımız genellikle üç aşağı beş yukarı hemen hemen belli gibidir. Doğarız, çocukluğumuz geçer, eğitim ve okul, köy, kasaba ya da kentte yaşadığımız süreç içerisinde gençlik, sonrasında bir meslek, erkekler için askerlik, iş hayatı, evlilik, çoluk çocuğa karışma, sonrasında torun torba sahibi olma, çocukların, şansımız varsatorunların mürüvvetini görme, emekliliğin son evresi, İstiklal Marşı ve kapanış. Devamında 7’sive 52’sinin mevlitleri, uzunca bir süre sonra yıllık anma günleri ve nihayetinde bir kuşak sonra tamamen unutulmuş olarak sahipsiz, ilgisiz tek başına bir mezarda, bu dünyadan iyice soyutlanmak.

Tek başına, kalırsa o da tabii ki sahipsiz bir mezarda bu dünyadan soyutlanmış bir halde, inancımıza göre, ölümle başlayıp mahşerde yeniden diriliş arasında kabirde, yani mezarda dirilmeyi beklediğimiz ‘’Berzah’’ sürecinde diğer bir tabirle Kabir hayatında unutulmuş bir halde, eğri boynuz şeklinde yerle gök arası genişliğinde, üflenince korkunç sarsıcı ve kulakları sağır edici bir ses çıkaran, yerlerin ve göklerin mevcut düzenin bozulmasına neden olan, birinci üflenişinde bazı istisnalar hariç bütün canlıların ölmesi demek olan kıyametin kopmasını ifade eden korkunç bir ses ile kozmik bir olayın yaşanması, ikinci üflemenin yaşanması için 40 yılın beklenmesi ve ikinci üfleme ile de ‘’nefh-i sur" ruhların bedenlere iade edilmesi yani "can verme", yeniden dirilişi sağlayan İkinci üfleniş ile bütün insanların ve Allah'ın murat ettiği diğer canlıların insanların, yeniden dirilip kabirlerinden kalkıp ‘’huzur-ı ilahiye’’ çıkmalarını sağlayan ve sağında Cebrail'in, solun da Mikail'in bulunduğu halde İsrafilinsûr’u üflemesini bekleriz.

Kimi inanışa göre ise, bu bekleme, kabir hayatı, berzah süreci yaşanmayacak çünkü;

’Öldüğünde doğmadan önce neysen o olacaksın ve adını hatırlayan son kişi öldüğünde hiç doğmamış olacaksın.’’

Evet karamsar filozof Schopenhauer iyimser bir söylemle Nihilizim yani Hiç’lik bir yaklaşımla ölümden çok da korkulmaması gerektiğini ifade eder. Schopenhauer hayatın "hiçliğin dinginliğinde" sadece yıkıcı bir tümsek olduğu tutumunu ortaya koyar. Esasen, doğmadan önce ve öldükten sonra, stres ve acının bize zarar veremeyeceği bu hiçlik durumundayız çünkü onu deneyimleyecek bir "biz" yok demiştir.

Her dönemde geçerliliğini koruyan bir düşünce olan Ölüm, hangi inanç sistemi, hangi bakış açısıyla değerlendirirsek değerlendirelim insanın başına gelecek “en korkutucu durum” olduğu kabuledilir. Ölüm kişinin tüm yaşam olanaklarını ortadan kaldırması, geleceğe yönelik tüm projelerini sona erdirmesi sebebiyle maruz kalınabilecek en ürküntü verici gerçek olarak ortaya çıktığı için, söz konusu problem pek çok filozofu da meşgul etmiştir.

Ölüm olmaksızın felsefe yapmanın pek zorlukla mümkün olabileceğini düşünen Schopenhauer, felsefeyi “ölüme hazırlık” olarak tanımlayan Sokrates’i haklı bulur. Dünyaya gelen her varlık her ne kadar ölümü tanımıyor olsa da bu korkuyu en başından itibaren beraberinde getirdiği ölüm korkusu Schopenhauer’a göre bu korkuyu haklı kılan rasyonel bir dayanağımızın olmasından değil, bizim, “yaşama istemi”nden kaynaklandığını ifade eder.

Schopenhauer, ölümden korkulmaması gerektiğini söylemesine rağmen ölümü bize böylesine korkunç gösteren şeyin ‘’var olmama’’ düşüncesi olup olmadığını sorgular ve ölüm korkusunun akıl dışı olduğu görüşüne ilişkin sık karşılaşılan birkaç argüman sunar. Bunlardan ilki simetriden yola çıkan argümandır :Eğer ölümü bize böylesine korkunç gösteren şey var olmama düşüncesi olsaydı, bu takdirde zorunlu olarak henüz var olmadığımız zamanı da aynı dehşetle düşünmemiz gerekirdi. Zira ölümden sonra var olmama ile doğumdan önce var olmama arasında hiçbir farkın bulunmadığı ve dolayısıyla da hiç de birinin diğerinden daha az esef verici bir şey olmadığı su götürmez kesinliktedir. Bizim henüz var olmadığımız zamanda da bütün bir sonsuzluk akıp gitmekteydi, ancak bu gerçek bizi rahatsız etmemektedir.

Ancak Schopenhauer’a göre, benim olmadığım “hayattan sonraki” sonsuzluk, benim olmadığım “hayattan önceki” sonsuzluktan daha korku verici olamaz, artık var olmayacağımız zaman için yas tutmak en az henüz var olmadığımız zaman için yas tutmak kadar saçmadır; zira bizim varlığımızın doldurmadığı zamanın, doldurduğu zamanın geçmişinde veya geleceğinde olmasının hiçbir önemi yoktur. Nasıl ki bizler doğumdan önceki yıllar hakkında bir bilgimiz yoksa ölümden sonraki zaman içinde aynı doğumdan önceki zamanlarda ne yaşadıysak onu yaşayacağımızı dile getiriyor.

’Öldüğünde doğmadan önce neysen o olacaksın ve adını hatırlayan son kişi öldüğünde hiç doğmamış olacaksın.’’ Bu söylemin birinci önermesini anladık da asıl kalp kırıcı, insanın yüreğini burkan kısım aslında ikinci kısım değil mi? Eğer ki bu yaşadığımız dünyaya kalıcı bir eser bırakamadığımızda, bizler bu dünyadan ayrıldığımızda, gelecek kuşaklar bizi hatırlatacak bir şey bulamaz ve bizi tanıyan en son kişi de bu dünyadan ayrılırsa, filozofun dediği gibi sanki bu dünyada hiç yaşamamış gibi olacağız, eğer ki bu dünyada bir iz bırakmadıysak, Divan Edebiyatımızın önemli bir temsilcisi olan Baki’nin dediği gibi ‘’Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş,’’ sözü gibi bu dünyada etki bırakacak bir sözümüz dahi yoksa, gerçekten bu dünya da hiç doğmamış gibi olmaz mıyız? Schopenhauer’i bu konuda hiç de haksız sayamayacağım.

Bu sözün ne kadar da anlamlı ve gerçekçi olduğunu anlatmak için, gazelinden bir satırını yazdığımız ve 1526´da İstanbul´da dünyaya gelen, bu dünyada 74 yıl yaşayıp 1600 yılında İstanbul´da ölen, Osmanlı Divan Edebiyatı´nda şiire biçim ve içerik açısından birçok yenilik getiren ve yaşarken "Sultanü´ş Şuârâ" (şairler sultanı) unvanını alan ve asıl adı Mahmud Abdülbaki olan şairimiz Bakî ölümünden sonra 425 yıl geçse dahi unutulmuyor ve bir vesile ile bu dünyada bir zamanlar yaşadığını ve bu gök kubbeye bir hoş seda bıraktığını bizlere geçmişten sesleniyor..

Schopenhauer’un ölüm korkusunun akıl ve mantık dışı olduğu görüşüne ilişkin diğer argüman ise ölümden, bizim var olmayışımızı içerdiği için korkulmaması gerektiğidir. Var olmayışı bir kötülük olarak görmek son derece saçma bir şeydir. Çünkü her iyilik gibi her kötülük de var oluşu, hatta bilinçli olmayı şart koşar. Fakat bu uykuda ve bayılma nöbetlerinde olduğu gibi, yaşamla birlikte sona erer. Bu sebeple Schopenhauer’a göre “bilincin yokluğu içinde hiç bir kötülüğün barınmadığı bir durum olarak tanınır’’.

Ölümü bu bakış açısıyla ele alıp, “Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz” ifadesiyle “ölüm bizi alakadar etmez” vurgusunu yapmıştır. Yokluğu hissedilemeyen bir şeyin kaybedilmiş olmasında hiçbir kötülük bulunmamaktadır.

Schopenhauer’a göre özne için ölüm sadece beyinsel aktiviteler durduğu için bilincin ortadan kalktığı ana dayanır. Dolayısıyla öznel bakımdan ölüm sadece bilinci ilgilendirmektedir. Bu bilinç kaybının nasıl bir şey olduğunu ise herkes uykudan ya da derin bir baygınlık durumundan hareketle bir ölçüde değerlendirebilir. Duyular ona eşlik edebildiği sürece bu kesinlikle nahoş bir durum değildir; hiç kuşku yok ki, uykunun ölümün kardeşi olduğu gibi bayılmak da onun ikiz kardeşidir.

Bu durumda ölüm korkusunun nedeni yaşama istenci perspektifinden bakıldığında organizmanın yok oluşu ya da organizmanın işleyişinin durması olarak görülürken, akıl perspektifinden bakıldığında uyku ve derin baygınlık örneklerinden hareketle herhangi bir acının hissedilmediğini bilmemize rağmen-ölümün uyanılamayacak bir uyku olduğunu da bildiğimiz için olsa gerek-hala korkumuz devam etme durumundadır.

Schopenhauer’in doğumumuzdan önceki süreci nasıl hatırlayamıyorsak, ölümden sonrasını da hatırlayamayacağız ve o yüzden ölüm sonrası için korkularımızın yersiz olduğu söylemi Epikürcü bir yaklaşımdır.“Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz” ifadesiyle “ölüm bizi alakadar etmez” vurgusunu dile getiren Schopenhauer’ in bu yorumu bize hemen Epikür’un (İ.Ö. 341-270) o ünlü söylemini hatırlatır;

“Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa, ben yokum”

Epikür’e göre cansız olan evrende her şeyin kendiliğinden bir zorunluluğa bağlı olarak geliştiği, insan yazgısının buna bağlı olarak zorunluluktan ve öngörülemeyen rastlantılardan oluştuğu ve bu yüzden insan, kendi iradesi ile yapabilecekleri şeylere ilgi duyması gerektiği belirtilir. Yazgısına müdahale edemeyen insan bu nedenle yaşam ve ölüm olgusuna da ilgisiz davranıp çevresindeki mutluluk veren şeylere ilgi duymalı, ölçülü yaşayarak, ruhen ve manen sürekli haz içinde yaşayacak şekilde davranış arayışında olmalı.

Eski Yunan filozofu Epikür, ölüm korkusunun zaman kaybı olduğunu ve yanlış bir mantığa dayandığını savunur. Aşılması gereken bir ruh haliydi bu. Sağlıklı düşünürseniz, ölüm hiç de korkulacak bir şey değildi. Akılcı bir şekilde düşünecek olursanız, dünyada geçirdiğiniz zamandan daha çok keyif alırsınız ki Epikür için bu son derece önemliydi. Ona göre felsefenin amacı, daha iyi bir hayata sahip olmak ve mutluluğa ulaşmaktı.

Stocıların aşırılığa kaçtığı ölüm konusunda da Epikürcüler de geri kalmaz. Epikürcü, anlayışa göre ölüm ve ölüm sonrası hayat anlayışı şu şekilde özetlenebilir; ‘’yaşadığın sürece ölüm yoktur. Ölünce de artık ben var değilim.’’ Bu görüşün sonucu olarak da ölümü aklımızdan çıkarıp hiç ‘’düşünmemek’’ gerekir. Ölümü düşünmeye ne gerek var? Yaşadıkça ölüm yok, ölünce de öldüğümüzün farkına varamayacağız. Her an ölümü düşünerek yaşayan insan, normal bir yaşam sürmüş olamayacağını öne süren Epikürcüler, ölümden korkmamanın gerektiğini, ölüm karşısında ilgisiz kalınması gerektiğini iddia ederler.

Epikür anlayışına göre ‘’Neden ölümden korkmamalıyız?’’ Bu anlayışa göre ölüm olayını ve sonrasını tecrübe edemeyeceğimizdir Yani ölüm ile aynı anı yaşamayacağız. Ölümümüz, bizim başımıza gelmiş bir şey olmayacak. Ölüm gerçekleştiğinde, biz orada olmayacağız. Yirminci yüzyıl filozofu Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus adlı eserinde bu görüşü, “ölüm, hayattaki bir olay değildir” diye yazarak hatırlatır. Buradaki düşünce, olayların deneyimlediğimiz şeyler olmasıdır. Oysa ölüm deneyim olanağını ortadan kaldırır, bilincinde olabileceğimiz ve bir şekilde yaşayabileceğimiz bir şey değildir. Roma’lı ünlü şair ve filozof Lukretius (Titus Lucretius Carus), (MÖ 95-MÖ 55) ‘’Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.’’ Epikür’ün ölüm hakkındaki düşüncesini bu özlü söz ile yıllar sonra desteklemiştir.

Epikür, kendi ölümümüzü hayal ettiğimizde, ölü bedene ne olursa olsun hissetmeye devam edecek bir parçamızın geride kalacağını düşünme hatası yaptığımızı söyler. Yani bazen insanlar hayal eder ya, sanki kendi cenazesini, yapılan işlemleri bir adım geriden izliyormuşuz gibi her anı, en son mezara defnedilme anına kadar dışarıdan takip ediyormuşuz duygusuna kapıldığımız gibi. Ancak bu, ne olduğumuza dair yanlış bir anlamadır. Belirli bir bedene, et ve kemiğe bağlıyız. Epikür atomlardan, oluştuğumuzu düşünür. Bir kez bu atomlar ölümle birbirinden ayrıldığında, artık bilince sahip bireyler olarak var olmayız. (Bilinçli olma halini, ölümün bilinç ile bağlantısını Schopenhauer de ölüm konusunda ne kadar önemli olduğundan bahseder.) Eğer biri bu parçaları daha sonra tekrar dikkatli bir şekilde bir araya getirebilse ve yeniden yapılmış bu bedene hayat üfleyebilse bile, benimle ilgisi olmazdı. Bana benzer görünse de yaşayan yeni beden, ben olmazdım. Onun acılarını hissedemezdim, çünkü bir kez bedenin işleyişi durduğunda onu hiçbir şey hayata geri döndüremez, özdeşlik zinciri kırılmış olurdu. Epikür’ün bu anlayışı her ne kadar bizim kıyamet ve yeniden diriliş imanımıza ters düşse de açıklaması bu şekilde.

’Epikür’ün, müritlerinin ölüm korkusuna çare olacağını düşündüğü diğer bir yol da gelecek hakkında hissettiklerimizle geçmiş hakkında hissettiklerimiz arasındaki farka işaret etmekti. Biz bu iki zamandan sadece birini önemseriz. Doğumunuzdan önceki zamanı düşünün. Var olmadığınız dönemi. Annenizin karnında geçirdiğiniz haftaları, hatta anne-babanız için sadece bir ihtimal olduğunuz gebelik öncesi zamanı değil sadece, dünyaya gelmeden önceki trilyonlarca yılı… Doğumumuzdan önceki onca bin yıl boyunca var olmamakla ilgili endişemiz yoktur. Niye biri var olmadığı tüm o zamanı önemsesin ki? Fakat bu doğruysa, o zaman ölümden sonra var olmayacağımız tüm o sonsuz zamanı neden bu kadar çok düşünüyoruz ki? Düşünme şekillerimiz asimetriktir. Nedense doğumdan önceki dönemle ilgili değil de, ölümden sonraki dönemle ilgili endişelenmeye yatkınız. Epikür bunun bir hata olduğunu düşünüyordu. Bunu gördüğünüzde ise ölümünüzden sonraki zamanı, doğumunuzdan önceki zamanla aynı şekilde düşünmeye başlarsınız. O zaman ölüm de büyük bir endişe olmaktan çıkar.’’ (Felsefenin Kısa Tarihi – Nigel Warburton Çeviren: Güçlü Ateşoğlu )

Epikür, nasıl ki, doğumumuzdan çok uzun yıllar önceki zaman hakkında bir endişe duymuyorsak, doğmadığımız yıllar hakkında herhangi bir bilgimiz, tecrübemiz yoksa, ölümümüzden sonraki yıllar içinde herhangi bir endişeye kapılmamamızı ve korkmamamızı öğütler. ‘’Korkulacak hiçbir şey yoktur ölümde. Var olmayan, acı da çekemez nasılsa. O zaman ne ayrım kalır ölmüşle hiç doğmamış olanın arasında? ‘’Roma’lı şair ve filozof Lukretius (Titus Lucretius Carus), (MÖ 95-MÖ 55 ) Epikür’den yıllar sonra aynı konuyu bir bu bir dizesini yazdığımız şiiri ile dile getirmiş.

Benzer bir düşünceyi de yine Schopenhauer şu şekilde özetliyor; ‘’ önce ve öldükten sonra, stres ve acının bize zarar veremeyeceği bu hiçlik durumundayız çünkü onu deneyimleyecek bir "biz" yok.’’

Ancak yine de İbrahimî dinler olsun, pagan anlayışına sahip çok tanrılı dinler olsun, çoğu din inancında öteki dünya, ahiret hayatı mevhumu hayatın sistematiğinde var olan bir olgudur ve bu yüzden insanlar ölümden sonraki hayatlarında cezalandırılacaklarından oldukça kaygılanırlar.

Epikür bu kaygıyı da önemsemez. Din ile insanların sürekli olarak ‘’korku’’ içinde yaşadığını, bu olgu ile insanın Tanrıdan, ölümden ve öteki dünyadan sürekli olarak korkutulduğunu belirtir ve insanların bu din korkusundan kurtulması gerektiğini öne sürer. Epikürcü anlayışa göre; Tanrıların var olduğu kabul edilir ancak Tanrıların dünya ile hele de insanlar ile hiçbir ilişkisinin olmadığı Tanrıların, yarattığı insanlardan ayrı olarak farklı yerde ‘’ Ara evrenler’’ denen mekanda yaşayan mutlu varlıklar olduğunu ve yarattıklarıyla gerçekten ilgilenmediklerini öne sürer ve dolayısıyla Tanrı ve din korkusu konusunda insanların endişelenmesine gerek kalmadığını, gelecekte ölüm ile var olamadığımızda ise kendimizi rahat hissetmemiz gerektiğini dile getirir.

Epikür’ün Tanrı ve din anlayışı insanın aklına Hollanda’lı filozof Baruch Spinoza’yı(1632- 1677) getiriyor. Spinoza’nın da benzer bir yaklaşımı takip ettiğini söylemek pek de yanlış sayılmasa gerek. Baruch Spinoza, Tanrı’nın varlığına inanıyordu ama geleneksel dinlerin inandığı şekilde değildi. ‘’Tanrı olarak, mutlak anlamda sonsuz varlığı, yani her biri kendisinin ezeli-ebedi ve sonsuz özünü ifade eden, sonsuz sıfatlardan oluşan bir tözdür’’ tanımlamasını yapar ve devamında ‘’Her şeyin Tanrı’da olduğunu ve ona bağlı olduğunu, dolayısıyla hiçbir şeyin onsuz var olamayacağını ve kavranamayacağını, son olarak da her şeyin Tanrı tarafından önceden belirlendiğini’’ ifade eder. Ancak Tanrının insanlarla olan ilişkisini de Albert Einstein şu şekilde ifade etmiştir. ‘’ Spinoza’nın Tanrısı’na, var olan her şeyin ahenginde kendini gösteren Tanrı’ya inanıyorum. Ama insanların kaderi ve davranışlarıyla ilgilenecek olan bir Tanrı’ya hayır.’’ (Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, Çev. Aslı Sümer, İş Bankası Y.,2021,İstanbul ) Epikür’ün ifade ettiği gibi Tanrı, evreni yaratır ama insani ilişkilerle meşgul olmaz.

Spinoza'nın felsefesinin en cesur unsurlarından biri Tanrı anlayışıdır. Spinoza'nın Tanrısı, İbrahimi dinlerin geleneksel Tanrısından çok uzaktır. Spinoza'nın Tanrısı planlar formüle etmez, emirler vermez, beklentilere sahip olmaz veya yargılarda bulunmaz Spinoza'ya göre Tanrı, Doğa'nın kendisidir; evrenin sonsuz, ebedi ve zorunlu olarak var olan özüdür.

Epikür’a göre hayatın anahtarı, hepimizin aradığı şeyin haz olduğunu fark etmektir. Daha da önemlisi, mümkün olduğunca acıdan kaçınmamızdır. Bizi harekete geçiren budur. Yaşamınızdan acıyı çıkarmak ve mutluluğu arttırmak yaşamı daha iyiye götürecektir. Sade bir şekilde yaşamak çok daha iyidir.

Arzularınız basitse, onları tatmin etmek kolaylaşır ve ilgilendiğiniz şeylerden keyif almak için zamanınız ve enerjiniz olur. Bu Epikür’un mutluluk tarifidir, çok da mantıklıdır. Bu yüzden sonu tatminsizlik, doyumsuzluk ve tiksinti yaratmayacak manevi hazlara ilgi gösterilerek aynı düşüncedeki arkadaşlarla dostluk kurup bu arkadaşlık oluşumları (Komünote) ile keyifli zaman geçirmenin daha uygun olacağını belirtirler.

Epikürcüler ölüm ve ölüm sonrasını düşünmeden, bu dünyanın hazzına varmayı, elemden kaçınmayı öncelerken bu yaşam tarzının da ‘’akıllıca’’ yapılmasını salık verirler, sonu elem ile bitecek şiddetli hazlardan kaçınmayı tavsiye ederler. İnsanların gereğinden fazlasına ilgi duymaması gerektiğini, çünkü aşırılığın eleme neden olacağını, şan ve şöhret gibi aldatıcı ve geçici değerlerden uzak durulması gerektiğini, geçici değerlere ulaşmak ve daha çoğuna sahip olma isteğinin insanı huzursuzluğa götüreceğini öne sürerler.

Epikürcülerin bu anlayışını Schopenhauer şu şekilde destekler; "Tasarım olarak dünya bir yanılsamadır. Onun arkasında, mutlak, değişmez, sonsuz ve sınırsız isteme yatar. İnsanların bütün yaşamı daha fazlasını istemeyle; bu nedenle yaşanan mücadelelerle, çatışmalarla, doyumsuzluklarla ve düş kırıklıklarıyla geçer. Bizi biz yapan şey olan kör istememiz, bütün acıların kaynağıdır" der.

Epikür ve felsefesi aslında bu dünyada yaşamanın farkına varılmasını, korkuya dayalı, her an ölüm korkusu ile sıkıntılı, paranoyak bir hayat yaşanmamasını salık verirken, insanlarından ölçülü bir biçimde hayattan zevk almalarını tavsiye ediyor.

Epikür’ün bu yaklaşımı mizahi bir biçimde insanın aklına hemen rahmetli Oğuz Yılmaz'ın bir zamanlar insanların "bas bas paraları Leyla'ya bir daha mı geleceğiz dünyaya." Nakaratıyla diline pelesenk olan ünlü oyun havasını getirmiyor mu? Türkünün tüm sözlerini okuyunca diyorsunuz ki bu sözleri yazan kişi mutlaka Epikürist bir anlayışa sahip insan ‘’ Bas bas paraları leylaya, Bi daha mı gelicez dünyaya, Hayatını yaşa şükret mevlaya, Hiç götüren varmı öbür dünyaya, Haydi kollarını kaldır havaya usta, Bas bas paraları leylaya Bi daha mı gelicez dünyaya, Farkında değilsin zaman geçiyor, Biraz eğlen fırsat elden kaçıyor, Kim ne yapsa aynı yere göçüyor usta.’’

Epikür zamanında yaklaşık olarak 2300 yıl önce bu şekilde eller havaya tarzında yaşamak, dünyadan haz alıp hedonist bir yaşam tarzı sürmek o çağın şartlarına göre tabii ki çok kolay, ne ekonomik sıkıntı var, ne elektrik, doğal gaz, telefon, internet, emlak vergisi, kira, stopaj, sağlık sigortası, okul, dershane, motorlu taşıtlar vergisi, fenni muayene ödemeleri, ücretli köprü, otoban, şehir hastaneleri hiçbir ek ödeme yok, kazandığı üç kuruş parayla Atina’daki evin bahçesinde ucuzundan bir şarap ve eğlence. Bu şartlarda herkes Epikürcü olur, desek ki ‘’yaa bu Epikürcü anlayış konsept olarak bize uygun, ne ölüm korkusu, ne ahiret korkusu, ne öteki hayatta cezalandırma korkusu, yiyelim içelim bu hayattan zevk alalım, nasıl olsa ölüm korkusu da yok, ahiret korkusu da yok, kardeşim ben Epikürcü oldum desek…’’ bu şartlarda bu hayatı yaşayacak imkan ve ekonomik şartlarımız hiç de Epikürist bir yaşam tarzına elvermiyor.

Epikürcü olmaya niyetlenen emekli Rüstem dayı, maaşını aldığı gün bir müzikli eğlence mekânına gitse, değil bir şişe rakı, ya da viski açtırmak, sayıca fazla olan bayat beyaz leblebiden müteşekkil bir kuruyemiş tabağında az sayıda, tabak başına üç ya da dört taneye denk gelen tuzlu fıstık ve nasıl oldu da konduğu şüpheli, ama insani imkânlarla açılması na-mümkün, anca yanında bir İsviçre çakısı yada ruh hastasıysan yanında taşıdığın pense ile açılabilen bir, bilemedin iki tane özenle serpiştirilmiş Antep fıstığından oluşmuş, genellikle kırsalda açık havada, bahçe ya da sokakta yapılan kına gecesi eğlencelerinde minik naylon poşette dağıtılan fakir karışım kuruyemiş misali bir tabak ile sunulmuş bir bardak bira olan masada otursan, zorla abone edilmiş ama hiç okunmamış gazete kâğıtlarından kırpılarak yapılmış bir konfeti patlatıp bide paraya kıyıp sahnede dans eden kadınlarla elektronik bağlama eşliğinde ‘’Ali dayı, Ali dayı bi' gecede yidin tarlayı, , Ali dayı, Ali dayı bi' gecede yidin hasılatı dayı ‘’ türküsüyle oyun havası oynadın mı, gitti emekli maaşı. Hadi gel şimdi ben Epikürcü oldum de…

Hadi diyelim böyle bir eğlence anlayışı dünya görüşüne uymuyor, emekli Rüstem dayı yengeyi alıp bir kebapçıya gitse emekli maaşının yarısı daha o gece kebapçıda sıfırlanır, yok uzun yıllar köyünden kasabasından dışarı çıkamamış olan dayı, bir çılgınlık yapıp değil yurt dışı hadi hanım gel bi Antalya ya tatil köyüne gidelim dese, neredeyse bir yıllık emekli maaşı yetmez. Tatil anlayışı bizim dayılara biraz uzak bir kavram olduğundan değil Antalya, memleketine, köyüne bu emekli maaşı yol parasına dahi yetmez. Yani bu şartlarda Epikürcü olmak, bu felsefi tarzda yaşamak neredeyse imkânsız gibi. Maddi imkansızlıklar insanı dilediği, arzu ettiği ya da merak ettiği bir felsefi yaşam sürmesine müsaade etmiyor ne yazık ki.

Bu maddi yetersizlik aslında şimdinin de derdi değil gibi, 11. yüzyılda Selçuklu hanedanlığı zamanında refahın zirvesine ulaşan 1048 yılında Horasan’da Selçuklu’nun ilk başkenti olan Nişabur'da doğan, pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan, filozof, astronom, matematikçi, tarihçi ama en çok bilinen tarafıyla şair Ömer Hayyam ünlü rubaisinde ‘’Paramız yok ki güzel sevelim, Bademiz yok ki içipde haykıralım, Madem günaha girmenin başka yolu yok, Çaresiz kalkalım namaz kılalım.’’ dediği gibi, eğer maddi imkânın yoksa, değil Epikür gibi haz dolu bir yaşam sürmek, günaha bile girmenin neredeyse imkansız olduğunu dile getiriyor.

Maddi imkanın elverdiği şartlarda Epikürist bir anlayışla bu hayattan zevk almanın bir yolunu da Osmanlı dönemi şairlerinden Nedim (1681-1730 İstanbul ) bulmuş gibi.

Bayramlar, helva sohbetleri, şehzadelerin doğuşu, düğünler, güzel yapılardan etkilen, devlet büyüklerine sunduğu kasidelerinde genellikle aşk, şarap ve zevk kavramlarını sık sık işleyen hedonist anlayışına göre yaşayan Lale Devrinin ünlü şairi Nedim, bu hayatın tadına varmış gibi. Bu anlayışı da yazmış olduğu Sadabata Gidelim gazelinde oldukça açık bir biçimde dile getirmiş. ‘’Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan, Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev- peydadan Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhadan, Gidelim serv-i revânım yürü Sa'dâbâd'a ‘’(Gülelim, oynayalım, zevk alalım, Cennetten akan suyu içelim yeni yapılan çeşmeden, Ölümsüzlüğün suyunu içelim, ejderhadan Gidelim servi boylum, yürü Sadabad’a)

Epikür, bu hayattan zevk almayı salık verirken sonu elemle bitecek şekilde yaşamamayı, ölçülü bir hayat sürmeyi de tavsiye etmeyi ihmal etmemişti. Gülelim, oynayalım bu hayattan zevk alalım diyen şair Nedim bu hayatı herhalde ölçülü bir şekilde yaşayamadı ki, şairlerle yakın olmayı seven Kemiksiz-zâde Safvet Mustafa’nın Nuhbetü’l-Âsârmin-Ferâ'idi’l-Eş’âr isimli tezkiresinde belirtildiği üzere şair Nedim aşırı içki alışkanlığı yüzünden öldüğü iddia edilir.

Hani Schopenhauer ‘’Öldüğünde doğmadan önce neysen o olacaksın ve adını hatırlayan son kişi öldüğünde hiç doğmamış olacaksın.’’ demişti ya, bu sözün anlamı doğrultusunda benzer özlü sözleri de görmekteyiz. Misal bir Kızılderili atasözü ‘’Seni tanıyan son kişi öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın.” Sanatsal sinemanın en önemli çağdaş temsilcilerinde biri sayılan Yunan sinemasının Costa Gavras ve CostasFerris ile birlikte öncü yönetmenlerinden Theodoros Angelopoulos’un yaşam ve ölümü sorguladığı ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ ( Eternityand A Day.) . filminin en sarsıcı, dramatik repliğidir. “İnsan ne zaman ölür? Artık hatırlamadığı zaman. Başka? Artık hatırlanmadığı zaman.” Ölüm bir insan için bilincin olmadığı zaman gerçekleştiğini birçok düşünür dile getirmişti. Eğer ki bir insan hatırlamıyor ve geçmiş ve şimdi hakkında hiçbir şey hafızasında yer almıyorsa, bedenen olmasa da ruhen ölmüş gibidir. İnsan için diğer bir ölüm şekli ise hatırlanmadığında gerçekleşiyor. Gerçekten de birçok düşünür, bu konuda benzer sözler söylediğini, yazdığını görüyoruz.

Hatırlanmamak, unutulmak ya da o kişiyi tanıyan son insanında bu dünyadan ayrılmasıyla o insanın bu dünyada yaşamamış hatta hiç doğmamış gibi olacağını düşünmek gerçekten insanı hüzünlendiriyor. Eğer ki bir insan bu dünyada kalıcı bir şey de bırakmadıysa söylendiği gibi onu tanıyan son kişi de öldüğü zaman bu dünyada hiç yaşamayanlar kervanına katılır.

Ernest Hemingway’inde bu düşünceye koşut aynı felsefi düstura uygun sözü de ne yazık ki okuyanı hüzünlendirir. “Her insanın iki ölümü vardır. Biri öldüğünde, diğeri ismi son kez söylendiğinde. Ya da bir söyleme göre de "Bir insan ölünce unutulmaz, unutulunca ölür." Bu söyleme anlam olarak da çok yakın bizden bir söz; biraz arabesk bir söylem olacak ama bizim askerlikte de benzer bir söz vardır. ‘’ Komando vurulunca değil, unutulunca ölür ‘’ Unutulmanın ölüm kadar kabul edilemez olduğunun en yalın açıklaması bu asker sözü galiba.

Genellikle gittiğim her kentin, kasabanın tarihi mezarlıklarını mümkün mertebe ziyaret eder fotoğraflarını çekerim. . Ziyaretlerimde dikkatimi çeken sahipsiz, isimsiz, mezar taşları yok olmuş, bedenen öldükleri gibi unutulmuşluğun terk edilmişliğin verdiği hüzün ile ruhen de ölmüş ve unutulmuş sahipsiz mezarları görürüm. Hiçbir ziyaretçisin olmadığını zemin ile bir olmuş halinden anladığımız bu sahipsiz unutulmuş mezarlar yanında eski Osmanlı, ya da Selçuklu zamanlarından kalma mezar taşlarını da görürsünüz. Mezar taşlarından, mezarın yapısal halinden, yıllar önce vefat etmiş şahsın yaşadığı zamanlardaki sosyal ve ekonomik özelliklerini anlamamız çok uzun süre almaz.

Mezar sahibinin kadın mı? Erkek mi? Çocuk mu? Olduğunu mezarın fiziksel şeklinden hemen anlayabiliriz. Türklerin mezar taşı anlayışı Orta Asya’dan beraberinde getirdiği ‘’Atalar Kültü’’nden oluşur. Türkler, İslam’a geçmeden önce ölülerine olan saygısını mezarlarda göstermiştir. İslam anlayışına göre mezar taşı yapmanın uygun olmadığı bilinir. Osmanlı, Selçuklu mezar taşlarında ölen kişinin hemen hemen tüm özellikleri bir sanat uygulaması şeklindeki mezar taşlarında görebilmekteyiz. Mezar taşlarında sembolizm unsurları sıkça kullanılır, ölen kişinin yapmış olduğu meslek, mezar taşına özellikle baş tarafında ki mezar taşından çok rahatlıkla anlaşılabilir.

Mezar sahibinin kişisel özellikleri ise mezar taşında hat sanatının en ince uygulamalarıyla görülebilmektedir. Mezar taşında yazılmış olan hat sanatı incelenmeye değer bir olgudur. Mezar taşı kitabelerinde yazının tatbik edileceği alan son derece kısıtlıdır. Bu kısıtlılık beraberinde bir takım zorluklar getirmektedir. Bu zorluklardan biri uzun ibarelerin bu kısıtlı alana sığdırılması arzusudur. Bu zorluk çeşitli kalıp ifadelerin kullanılmasıyla halledilmiştir. Bir diğer zorluk ise kalıp ifadelerle birlikte yazının belirtilen alana sığdırılmasıdır. Çünkü mezar taşlarının boyutları tarihsel gelişimleri dikkatle incelendiğinde zaman içerisinde giderek küçüldüğü görülmektedir. Bu durum ise yazının tatbik alanının giderek azalması anlamına gelmektedir. Bu problem ise uygulanacak ibârelerin uygun bir tarzda istiflenmesiyle aşılabilmiştir. İstif, hattatların yazacakları ibareyi uzun uğraşlar neticesinde en uygun biçimde bir araya getirip oluşturdukları tasarımlardır.

Mezar taşlarında gördüğümüz yazılar son derece dar alana yazılması gereken uzun yazıların sığdırılması için özel bir yazı metodu olan İstif metodu ile yazılmıştır ve bu tam bir sanat uygulamasıdır. Bu mezar taşlarındaki yazıları okumak özel bir bilgi ve birikimi gerektirmektedir. Sanat Tarihi ve İslam Sanatı uzmanlarının okuyabilecekleri bu yazıları her Osmanlıca bilen ve Arapça bilen kimselerin okuması çok zordur. Bu bilgilere sahip olamayan bazı insanların dile getirdiği ‘’dedemin mezar taşını okuyamıyorum, bir gecede cahil kaldık ‘’ gibi söylemlerin bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmadığını biraz sanat tarihinden anlayanlar çok rahatlıkla bilir.

Mezarlıklardaki mezar taşları bir yerde de ölen kişilerin bu hayatta unutulmamalarını da sağlamıyor mu? Ölen kişiyi tanıyan son kişi ölse bile, eğer ki o kişinin sağlam bir mezar taşı varsa ve bu dünyada anlamlı bir şeyler yapıp kalıcı eserler verdiyse bu hayatta unutulmamak için toprak altından bile direniyor gibidir. Misal olarak, geçen sene Ankara Cebeci Askeri Şehitliğine bir anma programına iştirak için gittiğimde, birçok ünlü asker, komutan ve şehit mezarlarını dolaştım.

Harbiye’de öğrenci iken Savaş Beden Eğitimi dersleri için bir spor alanı vardı ve bu alanın adı ‘’Ziya Aksak Spor Alanı’’ olarak isimlendirilmişti ve niçin bu isim verildiği hakkında da hiçbir bilgi sahibi değildik. Mezuniyetten tam 35 yıl sonra gitmiş olduğum Cebeci Askeri Şehitliğinde Ziya Aksak isimli mezar taşını görünce çok şaşırdım. Harbiye’de öğrenciyken tam 70 yıl önce 1955 yılında şehit olmuş ve bu şehitliğe defnedilmiş. Biraz araştırma yaptığımda çok da bilgi edinemedim ama jimnastikçi olabileceğini internette gördüğüm bir fotoğraftan tahmin ettim. Birde o yılların bir gazete kupüründen cenazesinin bir fotoğrafını gördüm ki nasıl bir cenaze töreni yapılmış, nasıl bir sahiplenme yapılmış anlatılır gibi değil. Çok kalabalık bir cenaze korteji, onlarca çelenk ve bir o kadar da kalabalık halk. Şehit Harbiyeli Ziya Aksak’ı tanıyan kimse kalmış mıdır bilinmez ama tanıyan son kişi ölse de Ziya Aksak bu dünyada cismen olmasa da ruhen yaşamaya hala devam edecek ve unutulmayacak.

İstanbul Boğazının lacivert sularında beyaz bir kuğu gibi süzülen ve İstanbul panoramasının birer sembolü olan şehir hatları vapurlarının isimlerine çoğu zaman dikkat etmeyiz, genelinde İstanbul’un ilçelerinin adı yer alırken bazılarında ise Barış Manço gibi bilinen, tanınan, ülkemizde iz bırakmış insanların isimlerinin verildiğine şahit oluruz.

Bu vapurlar iskeleye yanaştıklarında pruvasındaki isimlere bakarız ama niçin bu isimlerin konduklarını çoğu zaman bilmeyiz ya da merak etmeyiz. Turan Emeksiz, Teğmen Ali İhsan Kalmaz isimli vapurlarda buna ilişkin güzel bir örnek aslında. Şehit Harbiyeli Ziya Aksak’ın mezar taşını Cebeci Askeri Şehitliğinde gördüğüm gün, diğer mezarları da dolaşırken İstanbul da boğazda gördüğümüz vapurlara isim babalığı yapmış olan Turan Emeksiz ve Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ın şehit mezarlarını görünce inanın şaşırmadım desem yalan olur.

Turan Emeksiz İstanbul Üniversitesi öğrencisiyken 28 Nisan 1960 tarihinde öğrenci olaylarında polis kurşunuyla olay yerinde vefat etmiş, Teğmen Ali İhsan Kalmaz ise 27 Mayıs 1960 yılındaki darbe gecesinde Ulustaki postanede bir jandarma erinin yanlışlıkla silahının ateşlenmesiyle vurulup vefat etmiş, her iki genç de devlet tarafından şehit ilan edilmiş ve önce Anıtkabir’e daha sonraki yıllarda ise Cebeci Askeri Şehitliğine defnedilmişler. Şimdi yıllar geçse de, bu iki genci bu dünya da tanıyan son kişi de vefat etse bu iki isim, o vapur pruvalarında adları yaşamaya devam ettiği müddetçe hiçbir zaman unutulmayacak.

Mezarlıkların, o sessiz tanıkların, soğuk mermer taşların aslında bizlere ilettiği birçok mesaj var. Roma’lı filozof Seneca’nın (MÖ.4-MS 65) Omnia Mors Aequat (Ölüm Her Şeyi Eşit Kılar ) özlü sözü Antik Çağ mezarlıklarında, lahitlerinde sıklıkla yazılmış olduğu görülür. Ölüm her şeyi eşitler denir, her ne kadar ölüm öncesi hayat, insanlar için hiç de adil olmayan zamanlar yaşatırken ölüm herkes için eşit denir. Ölüm aynı zamanda, en demokratik ve en adil güçtür. Sayısız farklılıkları ortadan kaldırıyor, hayatı herkes için eşitliyor. Toprağın altında hiçbir bedenin diğerinden farkı kalmıyor. Ancak toprağın üzerinde, geride kalanlar içinde aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?

Mezarlıklar, toprak altında eşit olsalar bile üzerindeki yapı, mezar şekli ile ölmeden önce hiç de eşit olmadıklarını ispatlamaz mı? Kara mizah örneği olacak ama ölümden sonra camide okunan sela’nın şekli bile ölenlerin çoğu kez bu dünyada eşit olmadıklarını yüksek sesle haykırmıyor mu? Ya da gazetedeki ölüm ilanlarının şekli, uzunluğu ölen kişinin sosyal durumundan bizlere haber vermiyor mu?

Cenaze salâsı bir nevi ölüm ilânı manasını taşımakla birlikte ölenin kimliği hakkında da bilgi vermektedir. Aslında bi’dat yani, İslam'da yeri olmayan bu uygulama ilk olarak (1300-1301) yılında Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun’un iradesiyle cuma ezanından önce, (1389) yılında el-Melikü’s-Sâlih b. Eşref Zeynüddin II. Hâccî döneminde akşam ezanı dışında, bütün ezanların ardından sala verme usulü konulmuştur. (https://sorularlaislamiyet.com/ilk-sala-nerede-ne-zaman-okunmustur )Daha sonraları uygulana gelmiş olan Cenaze selası Osmanlı zamanında kimi kaynaklara göre bestekârının HatîbZâkirî Hasan Efendi olduğunu kimi kaynaklara göre ise Buhûrîzâde Mustafa Itrî tarafından bestelendiğini belirtmektedir.( islam ansiklopedisi.org.tr/cenaze-salasi)

Eğer ki camiden duyduğumuz sela ve sonrasında, ölenin yalnızca adı soyadı ve nerede gömüleceği bildiriliyorsa bilin ki o rahmetli sıradan bir insan evladıdır, ancak sela da kişisel bilgiler alabildiğine uzun, ölen kişinin geride kalanlar ile nasıl bir akrabalık ilişkisi var, yani kimin babası, anası, kayınpederi, kayınvalidesi, dünürü, damadı, gelini, eltisi, kayınçosu amcası, dayısı vb. gibi ne kadar çok hısım akrabalık bağlantısı okunuyorsa ve eşraftan sayın bilmem ne başkanı, derneğimizin üyesi vb gibi sosyal statülerden de bahsediliyorsa bilin ki o vefat eden kişi, hem varlıklı hem de önemli bir kişidir.

Zaten varlıklı ve çok önemli bir kişiyse ölen zat, özel mezarından, aile kabristanından, mezarının yapılış, kullanılan malzemenin kalitesinden, şaşasından, heybetli oluşundan hemen anlarsınız.

Eğerki ölen kişi gariban,varlığı ile yokluğu belli olmayan yurdum insanı ise; şiirlere bile konu olur.

‘’Bir garip ölmüş diyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar,

Şöyle garip bencileyin.’’

13 yüzyıl Anadolu mutasavvıfı, Türkçe şiirin öncüsü ve halk şairi Yunus Emre'nin bile ta o yıllarda gariban olan birinin öldüğü zamanki durumunu anlatan şiirinden günümüze kadar hiçbir şeyin değişmediğini anlıyoruz.

Bize bahşedilen hayatın bir sistemi olduğunu ve bu sistemin çok basit bir denklemi olduğundan bahsetmiştik. Bu denklem ya da eşitlik ’’Doğar, büyür ve ölürüz’’ şeklinde özetlenmişti. Hayatın bu denklem üzerindeki sisteminin böyle çalışmadığını ve bir irade tarafından, Külli İrade tarafından bir hayat sistematiğinin geri planda çalıştığını ifade edebiliriz. Bu sistematiğin çalıştığının göstergesi ise mezarlıklardır.

Hiçte öyle o basit denklemdeki gibi işler rutin yürümüyor. Doğarız, büyürüz ve ölürüz. Bu sistemin böyle çalışmadığını, daha doğmadan ana karnında yaşama gözlerini daha açamadan kapatanların, birkaç aylıkken vefat edenlerin, çocuk denecek yaşta ve genç olanların daha hayatın tadına, anlamına varamadan gözlerini yaşama kapattıklarını ya da yüz yaşına yaklaşıp geçenleri de bu sistematiğin göstergesi olan mezarlıkların o soğuk taşlarındaki doğum-ölüm tarihlerine bakınca çok iyi idrak edebiliyoruz.

Mezarlıktaki o soğuk taşlardaki doğum-ölüm tarihlerine bakınca yaşam sistematiğinde matematiksel bir sürecin, bir sıranın olmadığını görebiliyoruz. Hani derler ya ‘’sıralı ölüm’’ ha işte öyle bir sıra yok, çünkü ölüm sıra beklemiyor, çoğunlukla o matematiksel sıra bozuluyor, ölümün erken ya da geç gelmesi sıranın bozulmasına neden oluyor ve biz bu sıranın bozulmasına kader diyoruz. Hayatın sistematiğinde belirlenmiş bir sıranın olmadığını ama buna mukabil bir ‘’Vade’’nin olduğunu olaylara şahit olarak görebiliyoruz. Yani kısaca, sırası gelen değil vadesi gelen, dolan kişi sıra mevhumu gözetmeksizin ecel şerbetini içiyor.

Hayatın bu anlaşılmaz sistematiğini, ben bazen bankalardaki işlem yapmak için numaratörden aldığımız sıra numara sistemine benzetiyorum. Nasıl mı?

Herhangi bir bankaya gidersiniz ve gişede işlem yapabilmek için numaratörden bir sıra numara alırsınız. Misal, aldığınız numara 73’tür ve yanan ışıklı levhada sıranın 67 olduğunu görür ve sevinirsiniz. Önünüzde beş kişi vardır ve sıranın yakın bir zamanda gelecek olmasından sevindirik olursunuz. Sıra hızla ilerler ve ışıklı levha da numara 70 i gösterir ve siz heyecanla her an sıranın size gelmesini beklersiniz ve anlamsız bir sevinç içerisine girersiniz. Sıra size ha geldi ha gelecek diye gözünüz ışıklı levhaya kilitlenmiş olarak adeta paralize olursunuz,  Ama ne mümkün ışıklı levha da 71’in yanmasını beklerken birden 570 gibi absürt bir numara yanar, sonrasında 7303 gibi sırayla alakası olmayan başka bir numara yanar ve siz neredeyse sıranın tam size geleceğini zannederken habire farklı değişik numaralar yanar ve bir türlü sıra size gelmez ve sağınıza solunuza bakarsınız o kadar insan nereden çıkıyor diye delilenirsiniz. Sizden çok sonra gelen insanın sizden çok daha önce işlem yapmasına bir türlü anlam veremezsiniz. Sıkılır ve daha çok bekleyeceğim diye dışarı iki dakikalığına sigara içmeye çıkarsınız bir gelirsiniz ki sıra 78’e gelmiş ve sıranız iptal olmuş.

Bankaların bu numaratör sistemine bir türlü anlam veremezsiniz. Çünkü bu numaratör sisteminin de bir sistematiği vardır. Çünkü bu sıralamayı yapan numaratörün yazılımını yapan bir görevli vardır ve o nasıl bir sıralama yapmak istiyorsa o şekilde bir sıralama olur. Sıranın size yaklaşması demek işlem sırasının size geleceği anlamına gelmiyor ne yazık ki. Aradan başka birçok numara sizin önünüze geçer ve işlemi onlar yapar, siz yazılımı yapan kişinin yazmış olduğu program doğrultusunda sıranın gelmesini beklersiniz aynen hayatın sistematiğini belirleyen, kaderi, alın yazımızı belirleyen ‘’hikmetinden sual olunmaz’’yüce Yaratan’ın külli iradesi gibi.

Hayatın, daha doğrusu kâinatın sistematiğini yazanın, külli iradenin, yaratanın nasıl bir kader, yazgı, alın yazısı yazdığını bilmemiz mümkün değil, ancak bankalardaki numaratör sistematiğini, algoritmasını yazanın nasıl bir düşüncesi, mantığı olduğunu tahmin edebiliriz. Muhtemelen numaratöre kimlik numaramızı yazdığımızda sistem sizin nasıl bir müşteri profilinize sahip olduğunu hemen anlar. O bankanın hatırlı bir müşterisi, varlıklı, zengin, portföyünde yüklüce nakiti vb. varsa o kişi zaten sıra beklemez direkt müşteri temsilcisi ya da finans müdürünün odasına çıkar ve sade kahve eşliğinde rahat koltuklarda oturup işlemlerinin yetkili şahsın heyecanla yapmasını izler. Yok o kadar varlıklı değil ama yine de ciddi bir yatırım varsa o kişide çok beklemez hemen sırası gelecek şekilde bekletmeksizin işlem için gişeye davet edilir, o bankanın bir mudisisiniz ama ek hesabınız KMH’nız hep ekside, geçmiş olsunnn çok sıra beklersiniz, emekli Rüstem dayı emekli maaşını, üç kuruş promosyon için bu bankaya yatırdıysa ve işlem için buraya geldiyse geçmiş olsun, sistem onu hemen tanır ve dijital bankacılık sistemine güvenmeyen bu Rüstem dayının, maaşını elden alıp tüm ödemeleri gişedeki memur ile yapacağını bildiğinden ve nasıl olsa dayının zamanla bir işi olmadığını da bildiğinden neredeyse akşama kadar Rüstem Dayıyı olabildiğince bekletir ki gişeyi çok meşgul etmesin, Rüstem dayı bankanın sıcaksa serin, soğuksa sıcak klimalı salonunda çok da şikayetçi olmadan sırasını metanetle beklerken kendisi gibi vakit geçirmeye gelen dayı ve teyzelerle sosyalleşir.

Hayatın sistematiği ile benzer bir çalışma sistemi olan bu numaratör sistematiğinin bir biriyle değişik, bir o kadarda ürkütücü korelasyonu vardır. Numaratör sistematiğinde sıranın size yaklaştığını görünce sevinirsiniz, hayatın sistematiğinde ise sıranın, vadenin size yaklaştığını hissettiğinizde içinizi bir korku, kaygı kaplarken belirsiz bir korkuya kapılırsınız.

Ölümün sırası olmuyor. Yaşamın sistematiğinde sıralı ölüm olmaz. Sıra kavramı yerine vade kavramı daha uygun gibi. Çünkü hayatın sistematiğinde sıraya uyulmadığı görülürken, vadesi gelenin gittiği görülüyor. O yüzden sıralı ölüm kavramı biraz anlamsız kalıyor gibi. Hayatın sistematiğinde sıra kavramı olsa, sırası gelmeden aradan çoluk, çocuk ve genç yaşta ölümler olmaz gibiydi. Aradan, sıra dışı ölümler sanki ölüm sırasında aradan kaynak yapılıyormuş gibi oluyorsa dabu kaynak hiçte yaşadığımız dünyadaki gibi anlık kazanç sağlamıyor gibi.

Yaşam sistematiğinin farklı, değişik ve anlaşılamaz olduğunu, herhangibir düzeninin olmadığını varoluşçu felsefenin önemli bir düşünürü olan Albert Camus bir mezarlık ziyaretinde idrak etmişti. Yoksul bir Fransız tarım işçisi olan babası Lucien Auguste Camus(1885-1914) I. Dünya Savaşı’nda askere alınır ve 11 Ekim’de Marne Muharebesinde ağır yaralı olarak kaldırıldığı Saint-Brieuc Askeri Hastanesi’nde Albert Camus daha bir yaşındayken ölür ve Fransa’daki Saint-Brieuc, Departementdes Côtes-d'Armor, Bretagne, Saint Michel Mezarlığı’na defnedilir.

Albert Camus babasını hiç tanıyamamıştı. Ondan geriye kalan yalnızca bir fotoğraf ve ölümüne neden olan ve eşine teslim edilen şarapnel parçasından başka bir şey yoktu. Annesi yıllar sonra Camus’dan babasının mezarını ziyaret etmesini ister. Camus mezarlığı ziyaret ettiğinde resmen şoka uğrar. Mezarda yatan babasının mezar taşına baktığında babasının öldüğü yaşı 29 iken, kendisinin yaşı ise 40’tı. Bu şok edici durumu Camus ‘’ Burada bir şeyler doğal düzene uymuyor, doğrusunu söylemek gerekirse düzen diye bir şey yoktu. Oğlunun babasından daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardır yalnızca’’  diyerek görmüş olduğu absürt sahne belkide Albert Camus’un varoluşçu felsefeden daha çok Absürtizm’in öncü düşünürü olmasına neden olmuştur. Albert Camus’un mezarlıkta uğradığı şoku nereden biliyor ve öğreniyoruz, absürt bir trafik kazası sonucunda ölmesiyle öğrenebiliyoruz. Albert Camus’ya daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda ‘’sanırım bir araba kazasında ölmek çok absürt olurdu.’’ diye cevaplandırdığı bilinir.

1960 yılının yılbaşı tatilini Albert Camus ve ailesi Lourmarin, Vaucluse'deki evinde davet ettikleri yayıncısı Michel Gallimard’ın eşi ve kızıyla birlikte geçirirler. Yılbaşı kutlaması biter veCamus'nün eşi ve çocukları 2 Ocak'ta trenle Paris'e geri dönerler, Albert Camus iki gün daha kalır ve Paris’e dönmek için tren bileti alırancak trenle dönüş bileti olmasına rağmen, yayıncısı Gallimard'ınısrarı üzerine trenle değil kendisinin arabasıyla Paris’e birlikte dönmeye ikna eder ve Paris geri dönüş yolunda 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarında arabanın, bir çınar ağacına çarpmasıyla yolcu koltuğunda oturan Camus daha 46 yaşındayken anında ölür, Gallimard ise beş gün sonra ölürken eşiJanine ve kızı Anne ise yara almadan kurtulur.

Kaza yeri incelemesinde enkazda Le premier Homme (İlk İnsan) başlıklı el yazısıyla yazılmış bir el yazmasının 144 sayfası bulunur. 1994'te kızı tarafından, Camus’un Cezayir'deki çocukluğuna dayanan bu bitmemiş otobiyografik roman Le Premier Homme ( İlk İnsan ) adıyla yayımlanır. Camus’un mezarlıkta babasının ölüm tarihini görmesiyle yaşadığı şoku bu el yazması bitmemiş romanda görürüz.

Albert Camus’un‘ ’Giyotin Üzerine’’, Arthur Koestler’in ise ‘’Darağacı Üzerine ‘’ adlı kitaplarının ‘’Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler’’adı altında birleştirilmiş haliyle yayımlanan kitapta Camus ve Koestler’in idam, yani ölüm cezası ile ilgili görüşleri yer almaktadır. Ölüm cezasının anlamsız olduğu ve ölümün bütün suçları sıfırladığı belirtilir. Bu durum bana hemen Orhan Veli Kanık’ın ‘’Ölüme Yakın’’  şiirini hatırlattı.

Ölürüz diye mi üzülüyoruz?

Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada

Kötülükten gayri? 

Ölünce kirlerimizden temizlenir,

Ölünce biz de iyi adam oluruz;

Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,

Hepsini unuturuz.

İslam itikadına göre ölüm kaçınılmaz bir yazgıdır, kaçışı yoktur. Enbiya suresi 35. ayette ‘’Her can ölümü tadacaktır, sizi imtihan olsun diye iyilik ve kötülüklerle sınarız. Sonunda hepiniz bize döndürüleceksiniz. Biz, sizi felaketli günlerin getireceği belâlarla, refahın doğuracağı sıkıntılarla imtihan ederken, her nefis, her canlı ölümü tadacaktır. Bizim huzurumuza getirilerek hesaba çekileceksiniz.’’ diyerek ölümün her canlı için bir kaçınılmaz son olduğunu açıkça belirtilir.

Romalı filozof Seneca’da benzer bir düşünceyi taşır. Bilinmeyene karşı bir şey yapılamadığını, alınyazısının, kaderin değiştirilemediğini, insan yaşamının en küçük ayrıntısına egemen olan ve kontrolü altında tutan ilahî gücün sahibi olan tanrıdır der ve;

Herkes ölüme yazgılıdır. Her şey eninde sonunda doğa tarafından çağrılacak ve gömülecek. Merak edilen nasıl olacağı değil, hangi gün olacağı. Oysa er ya da geç aynı noktaya varılacak.” ‘’ . Kader kararlaştırılmış, saptanmış bir kez, büyük ve sonsuz bir zorunluk yönetir her şeyi, her şeyin gittiği yere gideceksin sen de. Yeni bir şey değil ki bu! Sen, bu yasa için doğdun.”  diyerek bir yerde kaderciliği anlatır.

Seneca’ya göre ‘’hayat geçici olduğu için insanın gösterişlerden uzak, mütevazı bir yaşam sürmesi gereklidir. Bu sebeple mal mülk biriktirmek yerine insanlığa faydalı şeylerle meşgul olmalıdır. Yapılacak şey ise, doğa için gerekli olan az bir şeyle geçinmektir. Dolayısıyla midenin kölesi olmaya gerek yoktur. Bu tip insanların yeri hayvanların, hatta ölülerin yanıdır. Çünkü yaşayan insan, başkalarına da faydası olandır’’ diyerek basit yaşamın anahtarını açıklamıştır.

Seneca ayrıca mutluluk için dış dünyadan gelen keyifler ya da servetlerin değil kişinin kendi içsel huzurunun önemli olduğunu vurgular. İnsan yaşamında, acılar, hayal kırıklıkları mutluluğun karşısında bir engel değil aksine insanın erdemini sınayan fırsatlar olduğunu dile getirir.

Seneca, mutluluk için servetlere ihtiyaç olmadığını, basit makul bir hayatın yeterli olacağını, mutluluk için isteme duygusunun köreltilmesi gerektiğini istemenin, aşırı zenginliğin mutsuzluğa neden olacağını dile getirirken Roma’nın en zenginlerinden biri olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz ama. İnsanlara yüksek faiz oranlarıyla borç vererek servetine servet kattığı, İtalya'nın dört bir yanında müreffeh arazileri ve üzüm bağları olan villaları vardı. Bu villalarında en yakın arkadaşlarından 1.000'ini ağırlayabileceği görkemli akşam yemekleri, ziyafetleri verebiliyordu. Stoacı anlayışa sahip düşünür, azcık aşım kaygısız başım, azla yetinelim, şükredelim felsefesini millete zerk ederken çağdaşları tarafından "süper zengin Seneca" olarak tanınıyordu. Yunan tarihçi CassiusDio'nun anlattığına göre 300 milyondan fazla sestertii edinmişti,bu miktar onu kolayca en üstteki %0,1'e sokuyordu. Ortalama bir Roma senatörünün serveti sadece yaklaşık 5 milyondu; nüfusun çoğunluğu ise geçim seviyesine yakın bir miktarda yaşıyordu; tek bir sestertius iki somun ekmek satın alabiliyordu.

(Pompeii'deki kayıtlar, bir kölenin açık artırmada 6.252 sestertii karşılığında satıldığını gösterirken, Galyalı köle bir  kızın 2.400 sestertii'.ediyordu. MS 1. yüzyılın büyük bölümünde sıradan bir lejyoner yılda dokuz yüz sestertii alırken, bu rakam Domitian (MS 81-96) döneminde bin iki yüze çıktı, bu da günde 3,3 sestertii'ye eşdeğerdi. Bunun yarısı yaşam masrafları için düşülürdü ve eğer ödeme alacak kadar şanslıysa askere günde yaklaşık 1,65 sestertii kalırdı.)

Seneca’nın bu kadar fazla mal varlığı olması, insanlara mutluluk için tevazu içinde sade adeta yoksul bir yaşamı tavsiye etmesi onuntemsil ettiği felsefesi ile bir çelişki oluşturuyordu. Antik Roma’da Seneca’nın bu çelişkilerle dolu tavrı için bizdeki ‘’Ele verir talkını, kendi yutar salkımı’’ atasözünü karşılayacak mutlaka uygun söz, deyim, bir karşılık vardır herhalde. Seneca için mutluluğa, kayıpların acıların ve hayal kırıklıklarının engel olamayacağı, aksine bu tip olumsuzlukların insanın erdemini sınayan fırsatlar olacağını dile getirir. Seneca’nın bu söylemi, olumsuzluklar, musibetler karşısında insanların sınanması, ister istemez insanlara günümüzdeki bazı kerameti cübbesinden menkül,ulema-ı ekber’den allame-i cihan hocamızın sözlerini hatırlatıyor gibi. Aileden ve sonradan baya zengin bir din adamı olan hocamız, bu dünyada fakir olanların, zekâtını veren zenginlerden tamı tamamına tam 500 yıl önce cennete gireceklerini müjdelerken, bu dünya da zengin fakir kıyaslaması yapılmamasını, gereksiz düşüncelere girilmemesini, fakirlerin haline şükretmelerini salık verirken, fakirlikle elde edilen itibarın tadının çıkartılmasını anlatırken de fakirliğin tadına varanların zenginlerin haline acımaları, zenginlerinde fakirlere gıpta etmeleri gerektiğini ifade eder.

Şuur sınırlarımız zorlayan, fakirlik, fakir hayat en sağlıklı hayattır mottosu ile insanların fakir bir hayat sürmesinin ne kadar imrenilecek bir yaşam tarzı olduğunu dile getiren tırnak içerisinde aklı evvel profesörler de mütevazı yaşamın ne kadarda önemli olduğunu stoacı filozlardan daha inanarak ama uygulamayarak insanlara anlatmaya çalışmasını ne yazık ki üzülerek izliyoruz. İnsanlara et yiyemedikleri zaman eski fakirlik zamanlarında oldukları gibi kuru fasulye yemelerini tavsiye ederken ar damarının çeperlerinde acaba bir incelme var mı diye de merak etmiyor değiliz hani.

Eğer ki fakirler cennete hocanın dile getirdiği gibi zenginlerden 500 yıl önce gireceği doğru ise valla yaşadık. Şu anki ekonomik durumumuzla 480 yılımız garanti gibi. Biraz dişimizi sıkıp sağa sola borç yapıp onları da ödeyemediğimiz zaman eve haciz neyin gelirse tam fakirlik kotasına girip eksik kalan 20 yılı da tamamladık mı 500 yıl cennete erken girme sınırına, barajına erişmiş olacağız. Gerçi aklıma deli sorular da gelmiyor değil hani. O cennete erkenden gireceğimiz 500 yıllık süre, evrenin hangi zaman dilimini kapsıyor ve hangi ölçütlerle hesaplanmıştır. Malumunuz imkan dahilinde ışık hızına erişebilecek bir uzay aracı yapabilsek en yakın galaksi olan Andoromeda’ya (2,5 milyon ışık yılı mesafede) gitmemiz 23 yılı alıyormuş. Gittik gördük ve gördüklerimizi dünyaya anlatmaya çalışsak, 46 yıl süren bu yolculuğun sonunda dünyaya geldiğimizde dünyada 4 milyon yıl geçmiş olacak, yani evren, gidip oraları görmemize müsaade ediyor ama gördüklerimizi dünyaya anlatmaya müsaade etmiyor. Şimdi hocamızın zaman çizelgesi hangi evren için geçerli onu da merak etmiyor değiliz hani.

Hayatın sistematiğinde sıralı ölümlerin olmadığını, vadesi gelenin ecel şerbetini içtiğini, herhangi bir sıra kavramının olmadığını dini kitaplar, çeşitli anlayışa sahip filozoflar, düşünürler çeşitli vesilelerle insanlığa anlatmaya çalışmışlar. Ölüm olgusunun dini, ilmi ya da felsefi olarak açıklamasını anlatmaya çalışmışlar. Ölüm sonrasının muhasebesini, ister İbrahimî dinler ile ister felsefi açıklamalar ile tahayyül edelim, kaçınılmaz bir son olan ölüm olgusunu tüm canlılar yaşayacaktır.

Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olarak son durak olduğunu ‘’Yaş 35 ‘’ şiirinde muhteşem dizeleriyle dile getiren Cahit Sıtkı Tarancı, Ne demiş?

neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.

İster Nihilist ol, ister Epikürist, ister ateist, deist ya da agnostik, ister stoacı, varoluşçu felsefeye gönül ver, ister her şeye malik ve melik olan yüce yaradan her şeyiyle ram olduğumuz, Külli iradesi sayesinde aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz Allahutaala’nın emirlerine uy, kaçınılmaz sonuç olarak bir namazlık saltanatımız olacak taht misali o musalla taşında…

Kaynakça;

Felsefenin Kısa Tarihi – NigelWarburtonÇeviren: Güçlü Ateşoğlu

Türk Siyasal Düşüncesinde Modernleşme Ve Bergsonculuk: Anti Mi Alternatif Mi? Arş. Gör. H. Furkan Livan

https://yasveolumbilgeligi.org/olum-yasami-anlamli-kilar/

https://furkanunluturk.wordpress.com/2019/06/11/montaigne-olum-uzerine/

https://www.indyturk.com/node/341311/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/schopenhauerun-metamorfozu-ya-da-karamsar-filozofun-mutlu-olma

MEHMET ZAFER İNANLAR, Hıristiyan Teslisinin Pagan Kökleri, Pagan Roots of ChristianTrinity, İlahiyat Araştırmaları Dergisi, Journal of DivinityStudies  Sayı / No. 13, Haziran / June 2020

Fatih Sultan DEMİR , Abdulkadir DÜNDAR, Mezar Taşı Kitâbelerinde İstif  Hattat Sâmî ve Mümtâz Efendi’nin Mezar Taşları Örneği*

Cenk Ateş, Meral Serarslan, Schopenhauer ve Nietzsche Nihilizmi Sarkacında Dövüş Kulübü Filminin Çözümlemesi 

Ali Yıldız Musahan, Müslüman Düşüncesinde Musibet-Rahmet İlişkis, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 20 Sayı: 66 (Bahar 2016)

A. Camus/ A. Koestler, Ölü M Cezası Üstüne Düşüncele, R Lap AıneCapıt A L, Türkçesi : Ali Sirmen

Emel KOÇ, Schopenhauer Felsefesinde ‘Ölüm’ ve  ‘Ölüm Korkusu’ Üzerine

Fatma Zehra Pattabanoğlu, Seneca’da Felsefe Ve Ölüm Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2015/2, Sayı:22, s.137-158.

Steven Nadler, Spinoza Neden Aforoz Edildi, BEŞERİ BİLİMLER, Eylül/Ekim 2013, Cilt 34, Sayı 5

SUR, T.Diyanet vakfı, İslam Ansiklobedisi, cilt 37

islamansiklopedisi.org.tr/cenaze-salasi

https://sorularlaislamiyet.com/ilk-sala-nerede-ne-zaman-okunmustur

Emily Wilson, Seneca,

FredericLenoir, SpinozaMucizesi,Çev. Aslı Sümer, İş Bankası Y, 2021,İstanbul

ErnstvonAster, Ord. Prof.Dr., İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi,İstanbul,2000

Richard Osborn, Herkes İçin Felsefe,

Foto Galeri

Yorum

bircan (doğrulanmamış) Sa, 15 Nisan 2025 - 10:50

yine muhtesem bir yazi ..emegine saglik kardesim ..dusuncelerime ayri bir yön verdi bu felsefeciler ...ve ne guzel bilgiler ogrendim yine sayende ....tebrikler

Özlem Peker (doğrulanmamış) Sa, 15 Nisan 2025 - 23:17

Yazınız için emeğinize, kaleminize sağlık Şenol Zümrüt. Ölüm üzerine bir yazıyı merakla okuyacağımı düşünmezdim. Düşündüğüm, güldürdüğünüz ve şaşırdığım bölümler oldu. Ama Seneca'nın çok zengin olması .... Hakkında çok fazla şey bilmesem de, zengin yaşamına çok şaşırdım. Tekrar kaleminize sağlık.

Yüksel MART (doğrulanmamış) Çar, 16 Nisan 2025 - 10:07

Emeklerine sağlık kardeşim, zevkle ve öğrenerek okudum...

Halil KORKMAZ (doğrulanmamış) Cu, 18 Nisan 2025 - 15:29

Bizi düşündürdünüz! Ah! Rüstem dayı..! Yerli Seneca'ların farkındayız..

Güzel ve değerli, İzlenimsel (Sanatsal) betimleme çalışmalarınızı takip ediyor, bir sonra ki yazınızı bekliyoruz. Saygılarımla, kıymetli kardeşim.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.