Zeynep Aliye: Zorba Aranıyor

Deneme

Zeynep Aliye:
Zorba Aranıyor


İstiklal Caddesi’nde yürümeyi sever-dim. Sinemaları, tiyatroları, sergi salonları, kitabevleriyle, açık ve kapalı toplantı alanlarıyla İstanbul’un kültür ve sanat merkeziydi. Yanı sıra restoranları, küçük dükkânları, mağazaları, butik pastaneleri tüm İstanbullulara, yanı sıra başka şehirlerden gelen ziyaretçilere farklı ürünler, farklı tatlar sunma, kaliteli zaman geçirme, deneyim kazanma ve elbette mutlu olma şansı sunuyordu. 


Haftada bir gün ve kesinlikle programlı biçimde orada olurdum. Sinemaya gitmek, bir toplantıya katılmak, Atatürk Kitaplığında biraz oturup okumak, sergileri ziyaret etmek dışında en sevdiğim şey çoğu binanın cephesine yerleştirilmiş küçük heykelcikleri; pencere kenarlarına, alınlıklara dantel gibi işlenmiş oymalı kakmalı kabartmaları, desenleri hayranlıkla süzerek aheste bir makamla  Taksim Meydanı’na ya da Tünel’e yürümekti. Bu sırada  geçtiğim yerlerin de bir kez daha fark edilmenin, mutluluğunu duyumsadığını sanırdım.  Hele arada bir kendimi tramvay yolunun ortasına atıp, akıp giden kalabalığın bir parçası değilmişim gibi gözlerimi gökyüzünde akan bulutlara dikmek, kanatlarını şaklatarak uçan martılarla bir olmak, şehri dinlemek, esintinin yüzümü okşayışını hissetmek bambaşka bir haz verirdi. Kimi film reklamlarında kullanılan; ‘aşk, macera, tutku, nefret, intikam, hepsi bir arada’ sloganı tam da bu bölge için söylenmiş gibiydi. Yıllardır çalıştığım, ikamet ettiğim, dostlarımla randevulaştığım, cebimde beş kuruş olmaksızın yürüdüğüm, ihanete uğradığımda sığındığım, teselli eden liman gibi, ağırlayacak dost bir omuzdu sanki. 


Oysa şimdilerde, Metro merdiveninin son basamağından meydana adım atmamla birlikte paniklemeye benzer bir duyguya kapılıyorum. Çevremi bir uğultu kaplıyor;  midem bulanmaya, başım dönmeye başlıyor,  tersyüz geri dönme gücümün olmadığını fark edince de en yakın kafenin en kuytu masasına atıyorum kendimi. 
Bu sıkıntılı ruh haline neyin yol açtığı; bir zamanlar en sevdiğim bölgeden, büyü yapılmış gibi uzaklaştıranın ne olduğu üstünde elbette çok düşündüm. Öyle ya saatlerce dolansam da sıkılmadığım, yapacak hiçbir işim, programım olmasa bile ileri geri turlayarak vakit geçirdiğim ve o sürede mutlaka tanıdık yüzlere rastlayacağımı bildiğim caddeye on dakikadan fazla katlanamayışımın mutlaka bir açıklaması olmalıydı. 


Nitekim bir gün sorunun cevabını buldum: İstanbul değişmişti; ne bulursa yemiş, yiyecek bir şey kalmayınca kendi etini kemirmeye başlamış obez bir canavar gibi görünüyordu gözüme. Beyoğlu da gerek sosyolojik gerek kültürel yapısıyla, eğlence ve kültür merkezleriyle bu  alt üst oluştan fazlasıyla etkilenmişti. O rengârenk, çok sesli, coşkulu, heyecanlı işleyiş, yerini akışı son derece hızlı fakat görüntüsü puslu bir video filmine bırakmıştı. İç huzuru, yaşama sevinci yerine korku, ürküntü, telaş duygusu uyandırışı bu nedenleydi. Benim dahil olduğum geçmiş yalnızca bir hayalden ibaretti sanki. Öyle bir İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı ne de onunla kol kola girmiş, omuz omuza yürüyen coşkulu, heyecanlı, umut dolu bir gelecek hayaline sahip, çevresindekilere güvenle bakan insanlar hiç var olmamış gibiydi. Bir zamanlar Arnavut taşlarıyla döşeli zemin; yıllar içinde onlarca defa yapılıp bozulmuş, sonra yeniden döşenmiş, İstanbul’un simgesi sinemalar, tiyatrolar, butik mağazalar kapanmış, Beyoğlu’nun yerli esnafı alış veriş merkezi konumundaki yerlere yenik düşerek terk etmişti.  Son derece hızlı gerçekleşen bu değişme esnasındaysa önemli ölçüde bellek kaybına uğramış, dolayısıyla amaçlarını yitirmişti. Yaşam nedenini, hedeflerini dahi unutmuş olabilirdi. Eskiden yaptığım gibi, duraksayıp tarihinin yeni bir dönemecindeki caddeyi solumak, nabız atışlarını dinlemek, gördüğüm bir güzelliği, zarafet örneğini hayranlıkla süzmek için yavaşlamak bile o saatlerde gürül gürül akan kalabalık için ‘kabul edilemez’ bir tutum, hatta gaf’tı. Herhangi bir tabelada yazılı değilse de, ‘Durma, düşersin; düşürürler’ uyarısını her an hissettirip hızlandıran bir akış hâkimdi artık. Vitrinlerdeki bir zamanlar sürekli gülümseyen mankenler dahi, önlerinden her gün geçip giden ancak bakışlarının bir kez bile buluşmadığı insanlar gibi gözlerinde boş bir ifadeyle uzaklara bakıyorlardı. 


Beyoğlu ve ben artık farklı dünyalarda yaşayan iki yabancıya dönüşmüştük.


Bir soruya cevap bulmak her zaman rahatlatmıyor insanı; dahası kendinizi birden güvensiz bir ortamda hissetmenize neden olabiliyor. Nitekim daha bu hissediş anında, her an sendeleyip düşmenize neden olacak bir omuzlanmayla arşı karşıya kalabiliyorsunuz. Tam bir koşturmaca içindeki insanlar o tempo dışında hareket etmenize izin vermiyorlar; sürükleyen akış karşısında istemeseler de yapabilecekleri bir şey yok zaten. Ancak duvar diplerinden, vitrin camlarına neredeyse sürtünerek yürüdüğünüz zaman kendinizi korumaya alabiliyorsunuz, bu arada da tıpkı sizin durumunuzda olanları  fark ediyorsunuz. 


Ve hoş zaman geçirilecek mekânlar tek tek veda ettiler, kimileri kapanmak zorunda bırakıldı. Önceleri genç yaşlı, sağlıklı hasta, gezinti yapan ya da koşturan, eğitimli ya da değil;  insanların, tıpkı bir bahçede bir yığın farklı çiçek gibi bir arada olma hali yok artık. Sanki aynı sera ortamında yetişmiş bakımlı, hoş ama kokusuz, dayanıksız, en ufak bir keder ya da hüzün çizgisi barındırmayan, belki yalnızca dışlayan ifadeli yüzlerde tek okunabilir cümle: ‘Ya bizimlesin, ya değil’. 


Zorba dergisi için bir yazı istendiği sırada, tüm geçmiş anıları kalın beton zemin altında kalmış Taksim meydanına bakan bir kafede oturmuş, İstiklal Caddesi’nden bir yerlere yetişmek zorundaymış gibi meydana koşuşturan insanları izliyordum. Buruk bir gülümseme yerleşmişti yüzüme. Zorba sözcüğünün anlamını düşünüyordum:  ‘Bir kişi tarafından bir başkasına kasıtlı biçimde ve sürekli olarak uygulanan şiddet’ diye geçiyordu sözlükte. Nitekim böyle bir anlayış, benim yaşama alanıma, yaşama biçimime müdahale etmiş; sinemaları, tiyatroları, bir araya gelinebilecek lokalleri kapatmış, pek çok güzel mekânın kapısına kilit vurulması karşısında umursamaz bir tavır takınmış, ağaçları kesmiş, bunların hiçbiri için bölge sakini olan benim gibilerin fikrini alma ihtiyacı bile duymamıştı. Anılarımı kişisel tarihimi karartmış; yaşama sevinci, umudu veren ne varsa yok etmişti. Meydanda ya da İstiklal’de yaşanan bu korkunç  değişimin bende ve benim gibi insanlarda psikolojik olduğu kadar fiziksel sorunlara da yol açacağı, yoksunluk duygusuna neden olacağıysa hiç düşünülmemişti. Bir zorbalıkla karşı karşıya kalmıştık, ama işin daha da ürkünç yanı, zorbanın kim olduğunu kimse bilmiyordu, kıyımın bir sorumlusu yoktu.  Birileri teklifte bulunmuş, birileri projeyi hazırlamış, sunmuş, birileri uygulamaya koymuş, birileri de uygulamaları sessizce izlemişti. 


‘Zorba kim’, diye düşündüm yeniden. Bambaşka bir görüntüsü örneğin sakalı, boynuzu, kuyruğu, elinde tırpanı var mı? Şiddet eğilimini doğuştan mı getiriyor yoksa yakın ya da uzak çevresinde yaşadıkları mı onu şiddete yöneltiyor?  Bir kalıba giriyor mu, bir tarife sığıyor mu, yoksa sürekli değişen bir portre mi o? Alkış tutulmasa da sessiz kalınarak verilen destek, Zorba’nın en önemli besini mi yoksa? Ya da genlerimizde birileri üzerinde güç uygulamaya, onu bastırmaya, böylelikle tatmin duygusu yaşamaya aşina özellikler vardı? 
Kavramın ayrıntıları, toplumsal boyutları üzerinde daha önce yeterince düşünmediğimi esefle fark etmiştim. Bu durumda olanlara seyirci kalmış, ama bu konuda kendisini mağdur ilan etmiş büyük çoğunluğa ben dâhil değil miydim? Caddede ve meydanda, hatta bütün şehirde, bütün ülkede birilerini dışlayan, kovan, aşağılayan, taşlayan uygulamalara tepkisini yürekli bir duruşla gösteremeyen ben, şimdi yakınıyor, sorumlu arıyordum. Zorba, zorbalık ancak ben ve içinde yer aldığım sessiz çoğunluk sayesinde ayakta kalabilmişti bugüne dek. Ama kendimize ve çevremize öyle yabancılaşmış ve kapandığımız küçük dünyalarda hayal gücümüzü, enerjimizi öyle çarçur etmiştik ki, aymazlığımızın nelere yol açacağını asla tahmin edememiştik.  


Tarih çok sayıda zorbaya, zorba yönetimlere tanıklık etti ama bunlar Ay’dan Merih’ten gelen Ufolar değil, bizim yetiştirdiğimiz insanlardı. Yetiştirdi diyorum, zorbalığın gerçekleşmesi, bir tarafta şiddet uygulamaya eğilimli, fırsatını bulunca da bunu gerçekleştiren bir zorba; kendini ezik, yetersiz görmüş, yönlendirilmeye ihtiyaç duyan kurban ve bu iki tarafı izleyen kesim olmak üzere üçlü bir saç ayağından oluşuyor. 


Birden bu kategoriye girebilecek insanlara ve olaylara dair  yığınla fotoğraf, ses, görüntü üşüştü zihnime. Şaşırmıştım. Ortaokula devam etmesine babası tarafından güç bela izin verilmiş bir kızdım. Liseye gitmem söz konusu bile olamazdı. Kaydımı gizlice yaptırdım, iki ay kadar da gizli gizli gidip geldim.  Sonunda mahallerin sözü geçen yaşlılarının devreye girmesini sağladık. Onları geri çeviremezdi babam. Ama sınıfta dahi başımı açmamak, oğlanlarla kat’a konuşmamak, selamlaşmamak, beden eğitimi derslerine girmemek, en ufak bir aktiviteye katılmamak gibi bir liste dolusu şartı yerine getirmek zorundaydım. Evde ders çalışmama bile izin verilmeyen zor bir süreçti. Peki yaşadığım onca şey zorbalık sayılır mıydı? Zorba babam mıydı, onaylayıp alkış tutan arkadaşları mıydı? Belki de, yüzyıllar önceki bir yaşam anlayışını yirminci yüzyılda sürdürmesi için yönlendiren zihniyet tarafından ipleri ele geçirilmiş kuklalardı onlar.


Akşamları çocuklarını belinden çıkardığı kayışla döven  polis İbrahim amcaya, çocuklarının eğitimini kendine öğretildiği biçimde gerçekleştirdiği için söz söyleme hakları olmadığını ileri sürerek sessiz kalan komşular? Yolda bir genç kıza laf atan, hatta elle tacize kalkışan bir erkeğe kafalarını öte tarafa çevirip geçen insanlar bu eylemi onayladıklarını göstermiş olmuyorlar mıydı? ‘Böyle kısmet bir daha bulunmaz’ diyerek on üç yaşındaki kızı Hülya’yı otuz beş yaşında bir adamla nişanlayan Nahide teyzenin bunu yaparken tek kaygısı kızının geleceğini mi kurtarmaktı, toplumda daha iyi bir yer edinmek mi, kızı bir an önce evlendirerek kafasını dinlemek mi, yoksa çok daha başka bir şey miydi, bilmiyorum ama sonuçta bir kız çocuğunu okulundan, arkadaşlarından, kendine gönlünce bir gelecek kurma hakkından mahrum bırakan Nahide Hanım teyzenin yaptığı zorbalık değil miydi?  Eğitimini bitirmiş fakat çalışmak yerine ev  kadını olmak zorunda bırakılan kızlar? Bu eğilimi maddi ve manevi anlamda destekler bir duruş sergileyen, hatta lehte yasalar çıkardıkları yasalarla genç kadınların kafasını karıştıran, onları eve mahkum eden devletin yaptığı sistematik bir zorbalığa girmez miydi? Her biri zorbalık kokan ama zorba’nın belli olmadığı olaylar, hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor.


Şiddete yatkın, ondan hoşlanan bir topluma dönüştük. Bağırtkan, saldırgan, tepeden bakan insanlar toplumdan saygı görüyor. Masaya yumruğu vurmak erdem olarak algılanıyor. Ya da entrikalar, komplolar, iş çevirmeler, plan yapmalarla amaca ulaşıyor insanlar. Televizyon dizilerinde, filmlerde kötücül karakterler ağırlıkta. Onların entrika, komplo, art niyetli davranışları rağbet görüyor. Güven duygusu yok edildi. Şiddet öğrenciler arasında kol geziyor. Herkes ötekine güvenmediğini söylerken kendi güvenilmezliğini de ortaya koyduğunun farkında değil. Toplumca sık sık kullandığımız ortak bir cümle var: kötü dönemden geçiyoruz, her şey kirlendi, kimselere güvenilmiyor… Yakınıp duruyoruz ama aynaya bakmaktan herkes kaçıyor. Dönüştüğümüzün farkına bile varmadık daha.  Güveni, sadakati, bağlılığı, kalıcılığı, özveriyi, aşkı, saygıyı, nezaketi küçümseyip dışlayan zihniyete alkış tutmasak da içten içe destekliyoruz. Hoşgörüsüz, tahammülsüz olduk; ilişkiler kopma noktasında sürdürülebiliyor.  Z Kuşağı’ tanımıyla, Alfabenin son harfine gelip dayandığımız, bundan ötesinin olmadığı izlenimi yaratılarak umutsuzluğa ve çaresizliğe sürükleniyor toplum. 


Bütün bu gelişmelere bakıp, Zorba’nın kendimizden başkası olmadığı sonucunu çıkartabilsek, bazı şeyleri kurtarma şansımız olabilir, diye düşünüyorum. Yoksa, uçurumun başında, robotlar ve robotluğa son anda sıçrayacak insanlar dışında kimse kalmayacak gibi. 

*Yazar

Manşet Fotograf : Berica Nevin Berberoğlu- Beyoğlu,İstiklal Caddesi

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.