Hasan Pekmezci
Ev Gibi Bir Evdim Bir Zamanlar
Ya Şimdi!
Ev gibi bir evdim, bir zamanlar. Sahibem ve sahibim için bundan otuz yıl kadar önce başlayan bir öyküyle. Kimilerinin hayallerini süsleyen evler gibi olmayabilir ama bizim sakinlerimiz gibi ahır-dam-samanlık kökenliler için bal gibi bir ev, hatta belki daha da özel bir adla, yuva. Nice umutlarla üst üste dizilen taşlarla, briketlerle yapılan duvarlarım, derleme toplama da olsa hayal dünyamızı zenginleştiren kapı ve pencerelerim bir yana; dışarı çıkıverince sıcacık, her zaman doğurgan toprağa basılıveren; kapımın üstünden çatıya doğru uzanan asmamla ve sağımda solumda bahçemi zenginleştiren bir iki meyve ağacımla şirin mi şirin bir ev. Böyle bir evin, öncesi olmayanlar için ne anlama geldiğini düşünün. Taş üstünde taşı, dikili bir çubuğu bulunmayanları. Asmam sanki perçemim gibi, pencereler gözlerim. Koca Ankara’da kaç kişinin asması var, bakınıverin etrafınıza. Bir elmanın tomurcuktan çiçeğe ve oradan ağız sulandıran sihirli bir meyveye ulaşmasını gözlemleyen kaç kişi. İlk günün çiçekliğinden, korukluğundan, alacasına ve kapkara bir hevenk oluşuna kadar bütün aşamaları yaşayabilen, izleyebilen kaç kişi var, bir üzümün. Uzanıp dalından koparılıveren alaca koruklu üzümü kimler tadabilmiş; sorun. Üzümü lolipop gibi, çukolota gibi fabrikada yapılan bir şey sanan kaç çocuk, kaç genç vardır; kim bilir etrafınızda. “Anne, niye kuru üzüm diyorsunuz buna. Bu buruşuk jeli bom değil mi?” diyen çocuklar varmış kentte, hep söylerler. Bir soruverin etrafınıza; elma, ayva, kiraz, badem çiçeklerinin aralarındaki farkı kimler bilir? Bu çiçeklerin içlerine kaç kişi burnunu sokabilmiş, sarı-turuncu tozcukları koklayabilmiştir? Üniversite mezunları içinde patlıcanın, domatesin ağaçta yetiştiğini sananlar varmış, gerisini siz düşünün. Günümüz gençlerinin ve çocuklarının doğadan koparılmasının bir başka öyküsü.
Kimine göre en insani ev bizim gibilermiş. Öyle diyorlarmış Esenboğa yönünden Ankara’ya giren yabancılar, doğalcılar, doğacılar; kentlerin insanları doğallıktan uzaklaştırdığını, robotlaştırdığını savunanlar, klasik tanımla toplum tasarımcıları olan aydınlar. Çok doğru söylemişler bana göre. Taşımızla, toprağımızla doğalız. Altımızda zırıltı, üstümüzde dırıltı yoktur, ne şamata yaparsanız yapın dört duvar sizin. Gecenin bir yarısında odamın ortasında odun kırar sahibim Yozgatlı, tak tuk. Nerdeyse zıngırdatır her yerimi. Apartmanda olsa en üst kattan, en alt kata kadar herkes seferberlik ilan eder, cenge çıkardı çoktan. Bizde çocuklar özgürlüğün tadını çıkarır, o oda senin, bu duvar benim. Topları duvarlarımda şamar gibi patlar, ama olsun; ölüm sessizliğinden kat be kat yeğlerim. Gerçi şimdi çocuklar da değişti: Burun kıvırıyorlar, benim çatımın altında oldukları için. Başkalarına özendiklerinden. Onlar da katlarda ev istiyorlarmış, asansörlü, kaloriferli. Oysa ben çok mutluyum, sahibem tombul elleriyle sağımı solumu silerken, pırıp pırıl temizlerken yürekten yapar işini, okşarcasına. Yıllarca hep böyle sevdi, okşadı beni... Şimdilerde belinden, dizlerinden şikâyetçi ya, neyse. Baş başa kaldığımızda türkülerini, özlemlerini benimle paylaşır, her zaman. Kaç kez ikinci, üçüncü odaları nasıl istediğini ilk ben duymuşumdur, kendi kendine konuşurken, aslında benimle konuştuğundan. O da çocuklar büyüdükçe; ihtiyaçtan. Aynı odada bebeliklerinde neyse de büyüyüp bazı şeylerin farkına varmaya başlayınca. Onun için sağıma soluma ekler yapıldı, derme çatma da olsa; belediye yıkıverir korkusu ile ön cepheden görülmeyen.
Sahibim Yozgatlının erikleri, korukları seyredişi bir başka âlemdir, ne hazdır o kim bilebilir. Asmanın altında çay içişi, gerine gerine. Konya yoluna ve ardındaki, şimdilik kimseler elini değemediğinden yemyeşil olarak duran ormana bakarak. Oysa ne iç geçirenler vardır buraları görüp. Bloklar, gökdelenler dikerek doğanın içine etmek, bizim başımıza gelenleri-gelecekleri ağaçlara, dağlara, tepelere yaşatmak için. Aç kurtlar gibi zamanı ve zemini kollayanlar ne çoktur.-
Bizde ev yaşamı günlük üretimlerle çeşitlenir. Kara kışlar hariç, yufka açar asmanın altında sahibem. Dumanı-mumanı bir tarafa, mis gibi yufka kokuları yayılır her yana. Canı çeken konu-komşuya, aşerenlere, çoluk çocuğa gözleme, kömbe burada yapılır ve kapışılır anında.
Ankara’nın dibinde ne Ankara ne Yozgat olabilmiş bir mahalleyiz. Market servisleri gelir üst yola. Markete gitsek de onu bunu görsek de burada bizim oraların insanlarının düdüğü ötmeye devam ediyor. Köyden gelenler-getirilenler, gönderilen kışlıklar olmasa her şey yavan kalır burada. Kimsenin karnı doymaz market malı ile. Konu komşunun tavukları var, kurbanlıklar bahçelerin bir köşesinde meleşmeye başlar zamanı gelince.
Ne şehirli-ne köylü, hem şehirli-hem köylü olmak rantiye hesapları yapmaya engel değil her yerde olduğu gibi. İşte bu iki arada, bir derede kalmanın kimilerinin yeni hesaplar yapmasına, artık modernleşme zamanının geldiğine inanmasına neden olmaya başladı buralarda da, Ankara’nın pek çok yerinde olduğu gibi, son yıllarda gittikçe artarak.
Yeni akıldaşlar buldular kendilerine. Bir koyup, iki alma devrinin kışkırtmaları etkili olmaya başladı. “Şu kadar arsası ve ev alanı olana, şu kadar pay verilecek” dendi. Aman Allah’ım ne vaatler de var içinde. “Kaloriferli, asansörlü, alafranga tuvaletli, banyolu, geniş mutfaklı evler. Geniş pencereler, Konya yoluna bakan, balkonlar. Işık, güneş evin taa içlerinde” olacakmış. Kat üstüne kat çıkılarak; minare gibi.
Oysa benim derdim daha başka, asmam ne olacak, erikler var; iyi-kötü elmalar var, onlar ne olacak? Dahası otuz yılım ne olacak, otuz sene az mı? “Otuzzz sene” derken yüreğim cızz ediyor bir yandan. En önemlisi anılarım ne olacak? Bunca yıldır her saniyesiyle iliklerime kadar yaşadığım. İlk gurbet günlerinin karma karışık duyguları. Ardı arkası kesilmeyen sorular, sormacalar kendi kendimize. Belediye-zabıta, yıkım ekipleri, aşındırılan politikacı kapıları... Bütün çoluğun-çocuğun doğum sancıları bu çatı altında yaşandı, bütün ilk yürek çırpıntıları, bütün tutkular burada filizlendi gizli-açık. Ev sahibim ve sahibem burada yaşlandı, yüzleri gözleri birbirine giriverdi yaşam kavgasından; dizleri, belleri ses verir oldu. Her saniyesine tanık olduğum niceleri.
Kerpiç-briket de olsa duvarlarım, ara sıra aksa da çatım, tavanım. Dünyayı başka gözlerle görmeye çalışan her zaman iyimser pencerelerim. Her gün sevgi ile açılıp kapanan kapılarım. Her olumsuzluğa rağmen sağlam olduğumu, yere sağlam bastığımı kaç deprem gösterdi bana. Çizik yok duvarlarımda bu yüzden. İçimde yatanlarda “ ya tepemize çöküverirse bu kondu; bu çatı, bu duvarlar” kaygısı olmamıştır hiç. Ankara sallanırken bizimkilerin mışıl mışıl uyuduklarını ben bilirim, hiçbir şeyden habersiz. En son Haymana depremini sabah haberlerden ve komşulardan duymaları bundan.-
Ama kimin umurunda bunlar. Olaylar, gidişat benim dışımda başka boyutlarda seyrediyor artık. Anılarımızı oyuyorlar, altımızı oyuyorlar, Ankara’nın yakın-uzak kentsel tarihini siliyorlar, elimizden ne gelir.
Serüvenimizin başından başlamak istiyorum anlatmaya. Buna o kadar çok ihtiyacım var ki. Konuşmak, dertleşmek ne iyi olacak beni anlayan; neşeme-üzüntüme, mutluluğuma-mutsuzluğuma saygı duyan biriyle, birileriyle. Gizlerimi paylaşacak, komşular arasında dedikodu malzemesi yapmayacak, ardından açığı bulunca koz olarak kullanmayacak insanın ne kadar da az kalığını iyi biliyorum. Bana hangi gözlerle, hangi yürekle bakabileceğini anladığım birini bulursam bir gün, gizlisi kapaklısı olmadan anlatacağım yaşamımı ve başımdan geçenleri diye hep konuşmuşumdur kendi kendime.
Bu günün o gün ve sizin de o kişi olduğunuzu biliyorum şimdi. Gözlerinizin, yüreğinizin benimle olduğunu görüyorum şu an. Sonsuz bir güven var içimde ve bütün sırlarımı paylaşmaya başlamanın, bir sırdaş bulmanın iç rahatlığı.
Yozgat’tan ekmek derdinde ayrıldı yıllar önce eşi, eri bu evimin; Ankara yollarına düştü, pek çokları gibi. Bizim oraların insanının köyden ayrılmak aklına gediğinde ilk gidecekleri yer Ankara’dır. Sonra İstanbul. Daha sonraları Ankara’ya gelince öğrendim ki başkalarınınki de böyleymiş, Sivaslılar, Erzincanlılar gibi.
Ev sahibim, daha önce gelen uzak yakın akrabaların bulunduğu yerleri araştırmış, soruşturmuş bir süre. Emmioğlu’nun cesaretlendirmesi ile Konya yolu sırtlarını kolaçan etmişler, oralarda arazileri kapatan ağababalarla görüşmüşler, yarı sert-yarı yumuşak. Emmioğlunun tanıdıkları olan ve Mamak taraflarını ele geçirmiş bulunan başka ağababaların aracılığı ile. Bunlar nasıl olmuşsa birbirlerini iyi tanıyan bir ağ kurmuşlar kendi aralarında. Tanıdık-manıdık araya girmezse bir karış toprak bile koklatmazlarmış kimseye. Yozgatlıların da belli bir raconu varmış meğer buralarda.
Çevirmişler bir evlik yer. Yamaç mı yamaç. Bir kesek yuvarlasan Konya yolunun kenarına dereye kadar durmak yok. Sekiler yapmışlar, bize uygun olsun diye. Seki yaparken çıkan taşlar da benim için duvar malzemesi. Üstüne biraz briket. Ev dediğin bir göz oda. Başını sok önce, gerisi Allah kerim demişler sahibime. Saray isteyecek hali yok ya.
İlk gününden beri aklımda, duygularımda, anılarımda dantel gibi işlediğim; en azından otuz yıldır sosyal, kültürel değişimleri iyi bildiğim, günü gününe gözlemlediğim yaşam öykümün sonlarındayım artık. Etrafımdaki gelişmeleri, yaşam serüvenine birlikte başladığımız komşularımın, yaşdaşlarımın, yandaşlarımın başlarına gelenleri gün be gün içim sızlayarak izlemek durumunda kaldım, son iki yıldır. Daha da acısı bu günlerde aynı sistemin getirdiği rüzgârın etkileriyle bizim için de başlayan sıkıntılar. Benim konumum nedeniyle bana ve üst taraftaki bir komşuya dokunmazlar, dokunmayacaklar diye seviniyorduk iki koldan. Birincisi Konya Yolunun bitimine doğru gittikçe daralan dil gibi bir arsası vardı, buranın. Bu gibi dar yerlere apartman dikemezler ya diye seviniyor, kat karşılığında verseler bile müteahhidi kurtarmaz ve buna kimse talip çıkmaz sanıyorduk. Bu yüzden çeşitli ortak dirençlere uzak durduk, katılmadık, İçimize işleyen “bana dokunmayan yılan misali”. Bütün “bana necilerin” başına gelen. Ne kadar yanılmışız. “Her malın kendine göre bir alıcısı mutlaka vardır” diyenler haklı çıkmaya başladı. Balgat’tan başlayarak Konya Yolu boyunca ilerlemeye başlayan yıkımlar, art arda, üst üste dizilen sevimsiz mi sevimsiz, çöp bacaklı direkler üzerine konduruluveren bloklar bizim evlere dayandı. Beton kanseri bizim buraları da sarıvermez mi?
Ateş bizim kapımıza da çabucak geliverdi.
Çok değil birkaç yıl öncesine kadar Konya Yolundan Oran’a doğru geçilirken sol taraftaki tepeler herkesin kendi zevkine göre boyadığı mavili, yeşilli, pembeli tek katlı sevimli evlerle doluydu. Ama mutlaka her evin, hepimizin yeşilliği bulunurdu. Kıvrım kıvrım ince yollar, patikalar bağlardı birbirine bu evleri. Herkes kendi özgürlüğünü evlerinde yaşardı böylece. Ankara’nın çarşısından, sanayisinden, Kızılay’ından, Ulus’undan, işinden koşturarak evlerine kapağı atanlar, oraların hayhuyundan kurtulduklarının farkına varırlardı buralara gelince. En azından günün bir yarısını buralarda sere serpe, keyiflerince yaşamanın tadıyla. Böyle kuruldu bu mahalleler, ne umutlarla, ne özverilerle. Biz de özlem dolu bir ev olarak onların bu mutluluğunu paylaşmanın tadını yaşardık, yaşatırdık.-
Şimdi öyle değil artık bize kadar olan mahallelerde. O hengâmeden koşarak gelmiyorlar evlerine. Gelseler ne olacak ki, aynı yerler. Ha orası, ha burası. Bir apartmandan çıkıp, bir başka apartmana girmek gibi.
Konya Yolunun görüntüsü bir başka yürek acısı oldu artık. Bu günlerde bir geçin göreceksiniz. Bloklar sıra sıra, ne olduğu belirsiz, kimliksiz beton yığınları ev adına, yuva adına. Biri Hanya derken, biri Konya diyen bir mimari. Ne öncesiyle, ne sonrasıyla bir ilintisi var. Ev deyip geçilmez ki bizim de kendimize göre bir kimliğimiz var, süsümüz püsümüz, makyajımız, takılarımız var. Aslımızı, astarımızı unutmadan yenilenemez miydik diye sormadan edemiyorum ne zamandır bu ucubeleri görünce. Şöyle bir önceki görünümden yola çıkarak özgün bir mimari stili geliştirilemez miydi buraya özgü. Öncesi ile sonrası arasında hiç ilişkisi olmayan, öncesini silip süpüren, yok eden bir Vandallık şart mıydı? Kimsenin anılarımızı geri getirmeye ne gücü var, ne kapasitesi var bu dünyada. Ancak, madem yıkıyorsun, elin ayağın titremeden; yerimize ev gibi evler, insan için, insanca evler yapamaz mıydın? Bütün bunları sorup duruyorum ne zamandır kendi kendime. Kimin umurundaki bunlar.
Sağımız solumuz yeni bloklarla doldu biz bunları düşünürken. Bugün bizim buralardan geçerken solunuza iyice bir bakın: Bu yenileşme adına yapılan blok yığınlarının arasında dik yokuş gibi duran bir tepede gedik diş gibi kalan, pencereleri sökülmüş, etrafı enkazlarla dolu bir iki ev görürsünüz. Hayalet gibiyiz artık. Kafatası korkunçluğu oluveriyoruz içimizde can olmayınca. Ev sökücülerinin, hurdacıların yağmaladığı. Öndeki benim. Arkadaki Muhlise hanımların. En sona kaldık biz inatlaştığımızdan. Yıkılmayacağız, duvarlarımıza sinmiş otuz yılın her gününün, her saniyesinin anısını kimseye kurban vermeyeceğiz” diye direndiğimizden.
Sonunda teslim oldu ev sahibimiz, sahibem. Komşuların da pes etmesiyle eşyalarımız taşınıverdi kaşla göz arasında, bir yerlere tıkıştırıldı. Beni teslim ediverdiler, tanklı tüfekli gibi bir grubun eline. Cam-çerçeve indiriliverdi hoyratça. Bir iki gün içinde kazma-kürek sille tokat girişiverdiler sağımdan solumdan, zerre kadar acıma duygusu olmadan. Yıkanlar bizim garibanlar, işin kötüsü. Çoğu bizim gibi köylüklerden gelme. Anası, babası bizimkiler gibidir mutlaka. Bizleri onlara teslim ettiler. Hep öyle olmuştur. Garibanı garibana kırdırmak, ezdirmek. Geçenlerde bunlardan biri, orada koca tuvalet varken, yan duvarlarıma işedi. Biri, hatta birkaçı odamın ortasına tükürdü, sümkürdü durdu, bütün gün. Midem bulandı. Komşu da yaşamış aynen bunları.
Hayalet gibi duruşumun hatta duruşumuzun bir nedeni de bu gördüğümüz saygısızlık, maddi-manevi işkence. Tepenin keskin rüzgârı bir yanımızdan girip öte yandan çıkmakta artık sahipsizlikten. Çok geçmez birkaç güne kalmaz bir daha göremezsiniz, diğerlerini göremediğiniz gibi. Değilse daha beteri de olabilir; tinercilerin, evsizlerin istilası yakındır. Fırsatınız varsa fotoğrafımızı çekin, bol bol. Gelecekte Ankara’nın girişinde böyle rengârenk, sevimli evler, mahalleler vardı diye anlatırsınız torunlarınıza aklınıza gelirsek. Ankara’nın kentsel tarihi böyleydi diye, belki de ahlar vahlar içinde.
Hep merak etmişimdir, bunca insan geçer bu yoldan, günde bilmem kaç bin, kaç milyon. Bunlardan kaç tanesi “yahu ne oldu buradaki güzelim gecekondulara, Ankara’nın simgesi sayılabilecek o rengârenk evlere, mahallelere” diye sormuşlar mıdır kendi kendilerine. Yazanı, çizeni var mıdır? Bizleri buraları bu hale getiren yetkililere, yetkili organlarda hesap sorulmuş mudur? Çevreciler her şeyde kıyamet koparırken, bu konuda da ellerinden geleni yapıp dikkat çekici eylemlerde bulunmuşlar mıdır merak ediyorum. Ben duymadım bu güne kadar. Kentçiler, çevreciler, doğacılar, gelenekçiler, toplumbilimciler, üniversiteler, sahte veya gerçek aydınlar, bu konuda neler yaptı merak ediyorum ben.
Çok da haksızlık etmeyelim bilmediğimizden. “Yazık olmuş, buralara, kim yaptı ise elleri kırıla” diyenler olmuştur kuşkusuz, yoldan geçerken, arabalarının içinde. Sadece arabada bulunanların duyabildiği kadar; ama o kadar. Oran köprüsüne gelince unutmuşlardır sanırım. Kendilerine göre o “güzelim evlerine” girinceye kadar akıllarında hiçbir şey kalmamıştır eminim.
Konu, sızlanışım “ben” olduğum için değil. Değişim denen aceleciliğin karmaşası, hazmedilmeyişi, özenti, yapaylık. Bu yüzden zaten, her şeyin diken gibi gözlere, beyinlere, akıllara batışı.
Biz de gidiyoruz son inatçıları olarak bu bölgenin. Sıcacık, biblo gibi, Türkiye’nin bir döneminin gerçeği, simgesi evciklerimizi bir daha göremeyeceksiniz.
Bütün karamsarlığıma rağmen biliyorum ki bundan sonra Konya Yolu’ndan Oran’a doğru geçerken sol tarafa bakanlar içinde, bu yeni yapılaşmanın çirkinliği karşısında midesi bulananlar, içleri kararanlar olacaktır. Zamanın değerine, anılara, toplumsal yaşamın izlerinin geçmiş ve gelecek adına önemine inananların; taşın toprağın dili olduğuna önem verenlerin, saygı duyanların da mutlaka bulunduğuna inanıyorum. Ötekilere hakkımı helal etmiyorum ama “yazık olmuş buralara diyenler”, içlerinde bir sızı duyanlar; en azından sizlere vedamız olsun.
*Prof. E.Akademisyen, Sanatçı,Yazar
Yeni yorum ekle