Cumhuriyetimizin Yüzüncü Yaşında
Yaşama Dair ne Varsa
Türkiye Cumhuriyeti
Özgün ve Özgür Bir Kimliktir
Prof. Hasan Pekmezci
Yaşamı sorgulama bilincinin, insan denen sözde en kamil* canlının temel kazanımı olması bir anlamda neden, niçin, nasıl sorularına daha tutarlı yanıtlar aramasının da kaynağı sayılır. Bana göre bu kazanım ‘’Aydın insan’’ tanımının da ana unsurudur. Bunun tersi bir değerlendirme aydın kavramını da cahil, zır cahil modunda sözcüklendirmeyi gerektirir. Yaşamımızda yer alan böyle pek çok tanım var. Bu yazımızın ana konusu gereği ‘’Cumhuriyet’’ tanımına kısaca değineceğiz.
Anılan bağlamda ‘’Cumhuriyet, popüler düzeyde oldukça serbest kullanılan, kuramsal düzeyde ise fazla tartışılmayan bir kavramdır. Popüler düzeydeki anlamı, demokrasiyle iç içeyken kuramsal düzeydeki anlamı karmaşıktır. Cumhuriyetin felsefi olarak uzun bir tarihsel geleneğinin olması, uygulama açısından Antikçağ’dan günümüze birbirinden çok farklı coğrafyalarda, çok farklı örneklerinin olması, dahası, yalnızca felsefi ve siyasi bir kavram olmanın ötesinde ahlaki bir değere de sahip olması, bu karmaşıklığın ilk bakışta sayılabilen nedenleridir…
Aristoteles’ten Rousseau’ya kadar, yaklaşık 2200 yıl cumhuriyetle asıl anlatılmak istenen, özgür bir topluluğun “devlet” ve belde yönetimiydi. 1.
Tarihsel süreç içinde düşünürlerin, filozofların ortaya sürdükleri bir anlamda idea olarak toplulukların, insan yığınlarının birlikte yaşam içinde, daha-siyasi-sosyal, daha insani, daha mutlu olabilecekleri sistemleri ve uygulamaları sorguladıkları bir alan. Her düşüncede olduğu gibi düşünce ile onun yaşama transferi, elbette düşünürlerin değil, yönetim erklerinin elinde olduğu için ideallerin toplumların yaşam düzenlerine aktarımı paralellik gösterememiştir. Doğal olarak dünyanın her yerinde tiranik, despotik, otokratik, teokratik, sözde demokratik ve demokratik uygulamalarla yaşananlar neredeyse 180 derece farklılıklarla hep bu kavrama yamanmıştır.
Bu konuda amacımız 1920’lerden başlayarak belli aşamalar yaşayan Cumhuriyetimizin 100 yıllık süreçte dünyadaki farklılıklara, çağrışımlarla anılan serüvenine genel bir yaklaşımla ve daha çok başlangıçtaki amaçlara bağlı olarak düşüncelerimizi paylaşmak.
‘’Bu açıdan bugün bir asrını dolduran devrimin ilk yolculuğu toplumsal değil, siyasaldı…
Çünkü ne Fransa ne Rusya ne de Çin devrimi gibi sınıf mücadelesine dayalı bir mücadeleyi başlatmadı.
Hiçbir zaman toplumun sınıfsal yapısını değiştirmeyi öncelemedi, bu yönde bir kalkışmayı tetikleme eğilimine de girmedi.
Sınıf farkı gözetmeyen milli mücadele, kurtuluş savaşı esasına dayandı.
Milli mücadelenin tüm eylem ve komutası da ulus devlet esasına göre kademelendi...
Kurtuluş Savaşı'ndan galip çıkıldıktan sonra gerçekleşen “inkılaplar” ise “siyasal devrime” bir de “toplumsal devrim” boyutunu kattı.
Demokratik cumhuriyet modelini kurarken, toplumsal devrimi de gerçekleştirdi...
Bunun önemli ayaklarından biri de alfabe değişikliğiydi.
Çünkü bir toplumun alfabesini değiştirerek, geçmiş kültürel bağlarından koparılabildiğine içinde bulunduğu toplum da tanıktı.
Türklerin 16'ncı yüzyılda Arap alfabesine geçerek Orta Asya’daki kültürel bağlarından nasıl koptuğunu biliyordu.2.
Bu nedenle Cumhuriyet tanımı, batı toplumlarında bilinen genellenmiş tanımın dışında, her yanı teokratik-despotik erkler elinde bir Ortadoğu ülkesi olan ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ açısından çok daha başka anlamlar taşır. Çünkü bu Ortadoğu bölgesi neden, niçin, nasıl sorgulamalarından yoksun olmayı temel sayan öğretiler elindeydi, hala öyle. Düşünme ve akli sorgulamadan yoksun; tabi olmadan, tebaa sıfatı ile anılmadan öte gidememenin ta kendisi. Tarihi bir gerçektir ki Ortadoğu’da egemenlik her ne kadar Osmanlı’nın elinde sayılsa da gerçekte toplumsal yaşam baskın bir Arap kültürüne bulanmış; onun ritüelleri, gelenek ve görenekleri içindeydi. Konu elbette sadece Ortadoğu ile sınırlı değildir. 7. Yüzyıldan başlayarak Orta Asya içlerinden gelerek, Kuzey Afrika’yı içine alan bir coğrafyada aynı-fotokopik insan modeli, toplum modeli yaratma tasarımının tipik örneğidir. Bu baskınlık, aynı kuşakta bulunan bütün devletlerin, devlet adamlarının, düşünürlerinin tarih içinde Arap sıfatı ile anılmasının nedeni olmuştur. İlginçtir, bunların çoğunun adında da Batılıların tanımladığı Cumhuriyet kavramıyla ilgisi olmayan bir Cumhuriyet anlayışı var. İran İslam Cumhuriyeti, Libya Arap Cemahiriyesi gibi.
Nedir bu Arap sıfatıyla yapılan ve genellenen örnek:
‘’İran'da Acemler Araplaştı. Köklü bir kültürü olan Farslar Arap değildir Araplaştı. Pakistanlılar, Afganlar Arap değildir; Araplaştı. Iraklılar Arap değil; Sümerlerin, Akadların, Babillilerin, Asurların torunlarıdır onlar da Araplaştılar.
“Suriyeliler Arap değil, ağırlığı Süryanidir.., Araplaştı! Mısırlılar Arap değil, Antik Mısır medeniyetinin mirasçılarıdır, bir kısmı Türktür, Kıpçaktır; Araplaştılar! Tunus Arap değil, Kartacalı Anibal’in torunlarıdır… Araplaştılar!”
Cezayirliler, Libyalılar, Faslılar Arap değildir Tuareg ya da Berberidir…, Araplaştılar. Lübnanlılar Arap değil tarihin gördüğü en iyi denizciler olan Fenikelilerin torunlarıdır.., Araplaştılar. Boşnaklar, Türkler, Kürtler, Çeçenler Arap değildir, Araplaştılar!
Tolunoğulları (868-905) Ihşidoğulları (935-969) Eyyubîler (1171-1250) Mısır Memlüklüleri/Devletü’t-Türkiyye=Türk Devleti / (1250-1517) Mısır-Libya-Suriye''de kurulan bu devletler Türktü, Araplaşıp Türkçeyi ve Türk isimlerini unuttu. Oysa kurucularının adı Baybars idi, Tulun idi.
‘’Biz taş oyuğundan çıkmadık, bir kültürümüz var, kültür yaratıcısı bir milletiz. Sakaların, İskitlerin, Hunların torunuyuz’’ diyen Nursultan Nazarbayev Türk dünyasını silkeledi. 3.
Bu sözler Kazakistan’ın ulusal kahramanı Mustafa Kemal’in izinde olduğunu söyleyen Nazarbayev’e ait. Bizde ve Türk camiasında çok ses getiren bir uyarıdır. Eveleyip gevelemeden; günümüzde bunca dini sömürü ve baskı içinde doğruları çarpıcı biçimde, yüreklice seslendiren. ‘
Kısaca tanıyalım bu kahramanı:
‘’1992'den itibaren Türkiye'nin girişimleriyle yapılan Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesinde ilk kez 2006'da Nazarbayev tarafından Türk devletleri arasında bir işbirliği örgütü kurulması önerildi. Önerisi üzerine Nahçıvan Anlaşmasıyla birlikte 3 Ekim 2009'da Türk Keneşi kuruldu. Günümüzde birçok yayın organında Nazarbayev'in Mustafa Kemal Atatürk'ü kendisine örnek aldığına[65] ve Türk devletlerinin Türk kültürünü yaşatmak adına birlik içinde hareket etmelerine sebep olduğu belirtilmektedir. 4
Kazakistan’ın 1990’dan 1999 yılına kadar devlet başkanı olan Nursultan Nazarbayev, Mustafa Kemal’den bu yana günümüzde bu konuda en tutarlı çıkışı yapan devlet adamıdır.
‘’Nazarbayev, Sünni bir Müslüman olarak başkanı olduğu Nur Otan Partisi’nin 16.11.2012 tarihindeki Gençlik Kongresi’nde bir konuşma yapmış.
“Bizim kızlarımız nasıl giyineceğini bilir, Araplardan öğrenecek değiliz... Biz İslam’ı resmi din olarak kabul ediyoruz ve bundan gurur duyuyoruz. Fakat Müslümanlığımızı konu ederek bir yerlere gelemeyiz. Diğer Müslüman devletlere ve İslami yaşama biçimlerine saygımız sonsuz, fakat biz Arap değiliz. Biz göçebe ve Türki bir halkız, Araplar gibi kızlarımızı, dini, kültürel ve toplumsal baskılarla kapatıp, bunu Müslüman devlet imajı olarak kullanamayız. Onları çarşaflara bürüyerek, eve hapsetmek, bizim yolumuz değildir. Tekrarlıyorum! Herkese saygımız sonsuz fakat giyim kuşam insanların kendi özelindedir. Biz Kazak’ız, halkımız göçebe hayatı süresince, at üzerinde bugünlere kadar kadın-erkek ayrımı yapmadan geldi. Kadınlarımız, erlerinin yanında veya ardında değil, aksine önünde yürürdü.
İslam öncesi dönemlerde, kadınlarımız nasıl isterlerse öyle giyinirlerdi ve toplumu rahatsız etmek gibi bir amaçları hiç olmadı. Bugün ise bir sorun olması, bizim halkımız için mümkün değil. Müslüman ve Sünni bir halk olmamız, insanların hayatlarına karışmamız için sebep değildir.”
AKIL BUDUR
Sitenin yazarı Turgay Tezcanlı, Nazarbayev’in Kazak Türkçesi ile yaptığı konuşma ile ilgili olarak “İşte akıl budur. Bu insanlar da Müslüman ve Sünni...” başlıklı yazısında bu konuşma metninin “Türkiye’deki 100 bin caminin girişine asılması gerektiğini” savunuyor. 5
Kazaklar; Türk milletleri içinde en çok soykırıma uğramalarına rağmen diğer akraba Türk kardeşleri tarafından bir Arap kadar değer görmeyen, yardım edilmeyen Türk insanlardır…
Neden sürekli Kazak olduklarını söylemelerine gelirsek..
İslamdan önce TÜRKLER savaşlarda ALAŞ ALAŞ ve KAZAK KAZAK diye bağırarak savaşırlardı…
Baskılara rağmen, başkentleri Astana’ya Atatürk Heykelini diktiren adamdır bu adam gibi adam…6
Bütün bu uyarılara, yaşananlara rağmen hala Arap kültür emperyalizminin ardılları ham hayaller peşinde. Hoca Nasrettin’ce ‘’Ya tutarsa’’ !
‘’Buna rağmen, hatta bir kısım Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile, bütün Müslümanlar esas itibariyle bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlüllah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil etmeye devam etmektedir.
Bugün bütün dünyada Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihya edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.7
Şu gerçeği mutlaka iyi analiz etmek zorundayız: Nereden, kimden, nasıl gelirse gelsin, Emperyalizm insanlık âleminin en büyük sömürüsüdür; soygunudur, vurgunudur. Emperyalizmin iyisi, başarılısı, ulvisi, kutsalı olmaz. Hepsinin altında sömürü çarkı yatar.
Bu kapsamda dünyada en büyük emperyal güç Araplardı. Önce İran’ı ele geçirdikten sonra ‘’Arapların Maveraünnehir'i fethi, günümüzde Özbekistan'ı, Tacikistan'ı, Kazakistan'ı ve Kırgızistan'ı kapsayan Orta Asya'nın tümünün ya da bazı bölgelerinin 7. ve 8. yüzyıllarda On İki İmamların dördüncüsü olan İmam Zeynel Abidin ve taraftarları olan Müslümanlar tarafından fethedilmesidir. 8
Günümüzde belli bir kesimin yok saydığı ya da toz kondurmadığı bu konularda Kuteybe bin Müslim, El-Haraşi gibi Arap-Emevi komutanlarının yaptığı katliamlar en dramatik öyküleriyle tarihin belleğinde.
Amacım bu katliamları anlatmak değil elbet. Bütün emperyal güçler girdikleri yerlerde toplumların, ırkını, dilini, dinini, siyasal ve sosyal yapısını, ekonomisini kendi amaçları doğrultusunda koşullandırır, değiştirir, siler, yap boz oyununa çevirir. Bugün bazı eski sömürgelerde trafik hala sağdan, her çocuk İngilizce’yi-Fransızca’yı ana dili gibi konuşur ama ana dilini-soyunu-sopunu asla unutmadan, yok saymadan. Beyin yıkamalarla gelen bazı değişiklikler aslının yerine geçse de bu sömürücüler pek çok toplumda ırki değişikliği başaramamışlardır.
Arap emperyalizmi bunların tümünü fazlasıyla yapan, soykırıma giden, Arabistan’a kaçırdığı kadın köleler aracılığıyla ırki değişimi amaçlayan en katı sömürgenlerin ilk örneğidir. Girdikleri her yerdeki ırkları silmiş, dinlerini, tarihi geleneklerini, göreneklerini ve ritüellerini yok ederek onun yerine Arap gelenek, görenek ve ritüellerini dini inançmış gibi dayatmışlardır. Orta Asya içlerinden Kuzey Afrika’ya kadar olan devletlerin bu değişimden nasıl etkilendiğini Nazarbayev’in vurguladığı tabloda somut olarak görmek mümkün. Bu toplumların hiç biri bu değişimi güle oynaya yaşamadı.
Bu değişimlerin üstelik din gibi bir kutsalın da beyinleri yıkama etkisiyle bu coğrafyanın 1500’lerden itibaren egemeni olan Osmanlıda çok etkili olması da tarihin bir gerçeğidir. Bu etkileşimle Arap-Bedevi gelenek ve göreneklerinin toplumsal yapıda baskın olarak yer alması, dili ve inancı ile birlikte toplumsal her dinamiğin aynı potada eritilmesine neden olmuş, Türk’ten çok Arap, Türkçeden çok Arapça ve Farsça daha makbul, daha itibarlı sayılmış; Arap yaşam tarzı dayatılmıştır. Bu değişim yüzünden ’Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi yazan, ilk nazım şeklini de kullanan; XI. yüzyıl Karahanlı Türklerinden Yusuf Has Hacib'in (1017-1077) Doğu Karahanlı hükümdarı ve Kaşgar Prensi Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han'a sunduğu Kutadgu Bilig ve Karamanoğlu Mehmet Beyin (1240-1277), Ali Şır Nevaı'nin (1441-1501), Ethem Ruhî Fığlalı’nın Hünkar Hacıbektaş Veli (1209-1271) başlıklı makalesinde belirttiği husus önemlidir. ‘’Diğer taraftan esas dikkate lâyık ve çarpıcı olan nokta, o devirde hiç yaygın olmadığı halde, Hacı Bektaş'ın Türkçe yazması, kendisine atfedilen Risâle-i Besleme'yi devrin sade ve temiz Türkçesiyle kaleme almış olmasıdır’’. Bu gibi başarılı çalışmalar sekteye uğratılmasaydı dilimizin alanında ne gibi başarıların elde edileceği düşünülmelidir. Bir başka araştırmacı Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Öğretim Üyesi Doç. Dr.Ahmet Bağlıoğlu makalesinde (DEUİFD Türk Kültürünü Mayalayanlar Özel Sayısı / 2021, ss. 389-413)
‘’Halkın siyasi ve iktisadi buhranlardan bunaldığı bir dönemde Anadolu’ya gelen, Hoca Ahmet Yesevi’nin çizgisini takip eden Hacı Bektaş Veli Türk toplumuna ve diğer halklara umut aşılayarak bölgede dinî ve ahlâkî eğitimin gelişmesine dirlik ve birliğin sağlanmasına çaba sarf etmiştir. Hoca Ahmet Yesevi’nin dini, ahlaki ve fikri tohumlarını Anadolu’da yeşerten Hacı Bektaş Velî, akıl, iman ve ahlakı bütünleştiren din anlayışı ile Türk Milletinin gönlüne girmiş ve onlara önderlik etmiş Anadolu erenlerindendir. Hacı Bektaş Veli, temel ahlaki değerlerden olan vicdan, hoşgörü, adalet, misafirperverlik, sorumluluk gibi davranışları öncelemenin yanı sıra toplumun gelenek-göreneklerine uygun bir din anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken İslam’ın kök değerleri olan tevhit, nübüvvet ve ahiret inancından taviz vermeden ibadet dili olarak da Türkçeyi seçerek Mili kimliğin inşasına da katkı sağlamıştır.’’
Türk kavramını yok sayan uzun bir Osmanlı tarihi içinde,1850’ler sonrasındaki uyanış hareketlerine rağmen aydın, çağı okuyan bazı sultanlara rağmen, her döneminde bu etkilerin örnekleri yer alır. Arap-Acem kültürü etkisiyle Türkçeyi yok sayan Osmanlı’ya inat Anadolu halkı Türkçeden ayrılmamış, Yunus Emre gibi erenleri, aşıkları, ozanları Türkçe yazıp söylemişlerdir.
Yunus Emre (1238-1328) 700 yıl önce pırıl pırıl bir dille seslenirken,
‘’Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin’’.
*
Yunus Emre’den 300 yıl sonra Nedim (1681-1730) Böyle yazıyordu.
İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden
Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde.
*
"Sultânü'ş-şuarâ" Şairler Sultanı diye anılan Baki (1526-1600)
Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
Diyordu.
*
Cumhuriyet’in halk ozanı Aşık Veysel (1894-1973) Anadolu’nun sesi soluğu pırıl pırıl bir Türkçe ile.
‘’Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’’ diyor. 700 yıl sonra Yunus Emre diliyle.
Aşık Veysel’in aşağıdaki dizeleri için bir felsefeci Doğan Ergün hocamız iki ciltlik sosyolojik, yaşam-bilim eseri yazılabilir’’ diyordu, 1960’lı yıllarda derslerimizde. Günümüzde Aşık Veysel hakkında yazılmış 100’dan fazla makale ve tez çalışması var, ilgilenenlere.
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Aşık Veysel
*
Mevlüt Bozdemir, bu ülkenin yarattığı gerçek Cumhuriyetçi eğitim kurumları Köy Enstitüleri’nin devamı olan 6 yıllık İvriz Öğretmen Okulu’nun yetiştirdiği uluslararası bir sosyal bilimci; Fransız Ulusal Doğu Dilleri ve Medeniyeti Enstitüsü-Türk Dili ve Medeniyeti profesörüdür. Cybèle Berk ile hazırladığı, Fransa’da yayınlanan Fransızca-Türkçe ve Türkçe-Fransızca Sözlüklerin de yazarıdır.
Amazon yayınlarının editörü Fransız yazarın tanıtım yazısında güzel dilimiz nasıl anlatılıyor: Türkçe düşmanlarına ve ‘’Türkçe ile bilim ve felsefe yapılamaz’’ iddiasında bulunanlara; Arapça ve Farsça hayranlarına.
‘’Güneydoğu Avrupa'dan Yakın ve Orta Doğu üzerinden Kuzey Sibirya'ya, aynı zamanda Orta Asya ve Çin'e uzanan; Fransızca konuşulan dünya kadar geniş bir Türk dünyası olduğunu biliyor muydunuz? Türkiye Türkçesi, Türk-Avrupa ilişkilerinden kaynaklanan ekonomik ilgiyi unutmadan; edebi, kültürel ve tarihi zenginlikleriyle burada çok önemli bir yere sahip. Türkçe elbette Asya kökenli bir dildir, ancak neredeyse Kartezyen (Dekartçı) bir mantık, şaşırtıcı bir esneklik ve bir şarkı söyleme sesi ile donatılmış, Doğu'nun Latincesidir. Dilbilimci ya da diplomat, iş adamı ya da basit turistler. Meraklı beyinleri bu eski dili öğrenmeye teşvik eden pek çok neden ve de canlı, egzotik ama belirli bir faydası var.’’ 9
‘’Türkçe ile bilim ve felsefe yapılamaz’’ iddiası bir insanın kendi ana diline güvensizliğinin göstergesi değil midir? Ziya Gökalp gibi bir düşünürü inceleselerdi.
Başka dile uymaz annenin sesi,
Her sözün ararsan vardır Türkçesi!
*
Bu polemik konusunda Üniversitelerimizden, Edebiyat Fakültelerinden cevap verilmemesi bir bakıma kendi varlıklarını, yaptıklarını, yapacaklarını da inkar anlamına gelir. Bu iddiayı atanlar en azından Nurullah Ataç’a kulak verselerdi.
‘’Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyeyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak’’10
Örneğin, Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihini okusalardı.
‘’Dört bin yıllık düşün, sanat ve bilim tarihinin klasik yapıtları üstüne eleştirel inceleme.
Başlangıcından günümüze insanoğluna yol gösteren düşünsel iklim.’’
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de anlaşılacağı gibi, insan, doğanın ürünüdür ve yaşam bilimsel evrimin sonucudur. Yaşam bilimsel evrimden insansal tarihe geçiş emekle başlamıştır. İnsansal emeği hayvansal çabadan ayıran, bu emeğin bilinçli oluşudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin koşulu olarak, insana özgü bir diyalektik ikileşmedir. Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sınırlı olarak gelişmiş bulunan çaba, evrim sonucunda insansal bilinç ve bilinçli emeğe dönüşmüştür. Bu gelişme, pek uzun bir evrimin ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba, sadece doğadan yararlanmakla kalmış, doğayı yararına uygun olarak değiştirip, ona egemen olmakla insanlaşmıştır. İnsan, kendisini meydana getiren doğasal koşulları aşmakla varlaşmıştır ve bundan ötürüdür ki, artık o, doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiştir. Hayvan, tek başına bir varlık olduğu halde, insan ancak toplumsal bir varlıktır: “İnsan, toplumsal ilişkilerinin toplamıdır”. (Orhan Hançerlioğlu. 11
Bunları yazdıkça sayısız örnek geliyor aklımıza. Bir soru: Nazım Hikmet, Yaşar Kemal Arapça-Farsça, Osmanlıca mı yazdı; Orhan Pamuk Nobel Ödülünü kazandığı eserlerini hangi dilden yazdı acaba? Cahit Arf gibi pek çok bilim insanı hangi dille yazıyor, konuşuyordu?
Türkçemize, Türklüğümüze, Sevr gibi anlaşmalardan günümüze armağan edilen ülkemize, Cumhuriyetimize hala içi ısınamayan Arap kültürü ardılları var.
Şu bir gerçektir ki 100 yıllık Ulusal birliğe ve Türk Cumhuriyet’ine rağmen yazımız içinde geçen alıntıdaki şu cümle gibi ‘’bütün Müslümanlar esas itibariyle bir tek millet teşkil ederler.’’ Sözü ve inancı gibi düşünce içinde olanlar var.
Ne garip bir inançtır ki 57 ayrı telden çalan dini kendine göre çok farklı yorumlayan-uygulayan İslam ülkesi var. Bunlar bir araya gelecekler ve tek milleti teşkil edecekler. Tarihte ne zaman bir araya geldiler*Aynı din içinde korkunç anlaşmazlık savaşları ile doludur insanlık tarihi. 114 yıl süren ve adı tarihe 100 yıl savaşları olarak geçen katliamlar dönemi nasıl yok sayılabilir.
*
Bu değerlendirme 100. Yılını kutladığımız; kimilerince de kutlamak bir yana ‘’yok edeceğiz’’ rüyaları yaşatan Cumhuriyetin temel dayanaklarından birinin yüz yıl önce nasıl öngörüldüğünün ve yaşama geçirildiğinin anlaşılması açısından çok önemli.
Kısacası tarihten bir özet yaparak konuyu Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’in kazanımlarına bağlamak istiyorum.
Türk, Türklük kavramlarının Batıda gündeme gelmeye başlamasına ilişkin şu bilgiler oldukça önemli.
‘’Joseph de Guignes’in dört ciltlik Histoire générale des Huns, des Turcs, des Mogols et des autres Tartares occidentaux, &c. avant et dépuis Jésus-Christ jusqu’à present (Paris 1756-1758) ve Arthur Lumley Davids’in A Grammar of the Turkish Language with a Preliminary Discourse on the Language and Literature of the Turkish Nations: Copious Vocabulary, Dialogues, A Collection of Extracts in Prose and Verse, and Lithographed Specimens of Various Ancient and Modern Manuscripts (London 1832) benzeri eserler (ilk eser daha sonra Mustafa Kemal’i derinden etkileyecektir) XVIII. yüzyılın başlarında Türklük tanımının yeniden kavramsallaştırılmasına yol açtı. Genç yaşta ölen Davids’in kitabı 1836 yılında annesi tarafından Fransızca’ya çevrilerek II. Mahmud’a ithaf edildi. Osmanlı Devleti’nde kitabın bazı baskılarında başlığına eklenen Kitâbü ilmi’n-nâfiʿ fî tafsîli sarf ve nahv-i Türkî adıyla şöhret kazanan eserin bilhassa dilciler ve Ali Suâvi gibi entelektüeller tarafından ilgiyle okunduğu anlaşılmaktadır…
Ali Suâvi 1873’te Paris’te basılan Hîve (Le Khiva) adlı eserinde benzer görüşleri dile getirdi. 1868’de İstanbul’da neşredilmeye başlanan Terakkî gazetesi başlığının sonunda “Türk gazetesi” ibaresini koymuştu. Ayrıca basında Türk ve Osmanlı Devleti için Türkistan benzeri kelimeler yaygın biçimde kullanılıyordu..
Ancak bunların henüz rüşeym halindeki bir kültürel hareketi dile getiren ilk ifadeler olduğunu belirtmek gerekir. Daha sonra Ali Suâvi’nin bir Türkçü lider şeklinde tanıtılması gibi çabalar, erken Cumhuriyet döneminde resmî ideoloji haline gelen Türk milliyetçiliğinin geriye dönük tarih yazımının ürünü olarak mütalaa edilmelidir…
David-Léon Cahun’dan etkilenen Necib Âsım’ın (Yazıksız) tarih çalışmalarıyla daha da ileri götürülerek Türk tarihini yeni bir çalışma alanı haline getirdi. Bu dönemde Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sâmi dil alanında, Ahmed Midhat Efendi popüler kültür düzeyinde Türkçü fikirlerin yayılmasına ciddi katkılarda bulundular. Aynı şekilde Bursalı Mehmed Tâhir, Türklerin İslâm medeniyetinin yükselişindeki rolünü ortaya koyarken daha sonra “millî şair” unvanını alacak olan Mehmet Emin (Yurdakul) edebiyat alanında Türkçülüğün gelişmesine öncülük etti. 12
Bu tarihi serüvenin Cumhuriyet’e uzanan seyri her Türk gencinin sadece bir tarih dersi anlamından çok ileride Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyeti anlaması açısından çok önemli. Türkçülüğün Esasları’nın yazarı Ziya Gökalp’in çabalarını da unutmadan; ‘’Jön Türk olarak Türkçülük hareketinde öncü roller oynamış Ahmed Midhat Efendi, Necib Âsım, Mehmet Emin, Yusuf Akçura, Ahmed Ferid Beylerin önderliğinde kurulan Türk Derneği, Türkçülüğün yeni dönemde de entelektüel hayata damgasını vuracak bir ideoloji olacağının ilk işaretiydi. 1911-1912 yıllarında kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocağı ise iktidardaki İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nden aldığı destekle Türkçülüğün entelektüel tartışmada güçlenmesini sağladı. 13
Bunun Osmanlıda nereye kadar ulusal bilinç haline dönüştüğünden, yaygın olan Arap kültürünün karşısında ne kadar yaşama transfer edilebildiğinden, Anadolu kültürüne yansıyıp yansımadığı konusunda yukarıda sayılan ve çok önemsediğimiz çabaların varlığına rağmen devamlılık ve devrim niteliğinde bir yansımadan söz etmek zordur. Bu birikimi tutarlı ve devamlılığı olan bir devrim niteliğine dönüştüren, okullaşmada, eğitim sisteminde, halk eğitimi örgütlenmelerinde, tavizsiz uygulama Cumhuriyet’in kazanımlarıdır. Bunlardır ki Türkiye’yi, Türk Ulusunu uluslararası arenada kimlikli, çağdaş. saygın bir konuma taşımıştır.
Yüz yıl önce Türk, Türklük, Ulus, Ulusalcılık kavramları elbette özveri ve mücadele ile böyle bir alt yapının bilinçle ve Mustafa Kemal’in önderliğinde bir devlet politikası içinde yaşandı. Bugün içimizde, dışımızda, sağımızda, solumuzda yaşanan ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı inanç saptırmalarından yaşanan sıkıntıları yüz yıl önce görerek, dinin gerçek ulviyetine saygının yaratıldığı ulusal politikaların kaynağı Cumhuriyet daha da anlamda kazanmaktadır.
Sonuç Olarak,
Bugün bazı konular politik*dini baskılar nedeniyle ‘’dokunulmaz, konuşulmaz, aman cıss’’ olarak kalsa da; başta üniversiteler olmak üzere pek çok kesim suspus olsa da tarih onu yok sayamaz, dinamik sivil toplum örgütleri gibi okumasını bilenler için bütün gerçekliği ortaya döker. Şu bir gerçektir ki gizlenen, tabu sayılan her şeyin altında egemenlerin düzenini sarsacak, bozacak, foyasını ortaya çıkaracak, hayati veriler saklıdır. Çünkü dünyanın her yerinde, her dinde, her politik sistemde çok yönlü çıkar şebekeleri inanç sistemlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanarak edindikleri kaleleri elden kaçırmamak için her şeyi yapmaya koşullandırılmışlardır. Bu nedenle gerçekleri tüm doğruları ile anlatmak büyük mücadeleler gerektirir. Aydın olmak işte bu tuzaklara, gizli-açık oyunlara, yalanlara-hurafelere rest çekecek tarih, toplumbilim, siyasal sistemler birikimi ile neyin ne olduğunu, olmadığını ya da olması gerektiğini açıklayabilmek, savunabilmek demektir. Düşünmek, düşündüğünü söylemek en yüce insani kazanımdır. Etik değerler bunu öngörür. Bunları bir topluma kabul ettirmek, bireysel ve toplumsal yaşamı buna göre tasarımlayabilmek ‘’devrim’’ tanımlaması ile ifade edilir. Mustafa Kemal bunun için büyüktür, bunun için önder olmuş devrimcidir. Günümüzde hala devam eden yukarıdaki alıntıda beyan edilen ham hayallerin 1920’lerde nasıl bir katmerli sorunlar yumağı olduğunu düşünmek bile bu Cumhuriyet kadrolarının nelerle mücadele ettiklerini minnetle yad etmek için yeterlidir.
Bu birikimi tutarlı ve devamlılığı olan bir devrim niteliğine dönüştüren, okullaşmada, eğitim sisteminde, halk eğitimi örgütlenmelerinde, tavizsiz uygulayan, çağdaş insan ilişkilerini toplumsal yaşama dahil eden, Cumhuriyet’in kazanımlarıdır. Bunlardır ki Ortadoğu’nun kaotik yapısı içinde bir tek Türkiye’yi, Türk Ulusunu uluslararası arenada kimlikli, çağdaş, saygın bir konuma taşımıştır.
Yüz yıl önce Türk, Türklük, Ulus, Ulusalcılık kavramları elbette özveri ve mücadele ile böyle bir alt yapının çabalarıyla bilinçle ve Mustafa Kemal’in önderliğinde bir devlet politikası olarak yaşandı. Bugün içimizde, dışımızda, sağımızda, solumuzda yaşanan ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı inanç saptırmalarından yaşanan sıkıntıları yüz yıl önce görerek, dinin gerçek ulviyetine saygının yaratılması önemli bir devrimdir. Ulusal politikaların kaynağı Cumhuriyet’in ilkeleriyle daha da anlam kazanmaktadır. Ulusumuzu tekrar Arap kültürüne bulamak isteyen her türlü oyuna, her türlü tuzağa karşı bize emanet edilen Cumhuriyet’i korumak ve daima ileriye taşımak aynı zamanda ulusal kahramanlarımızın anılarına vefa anlamı taşır.
Mayıs. 2023 Ankara
Kaynakça
1. Aydoğan KUTLU. CUMHURİYET KAVRAMI VE TÜRKİYE’DEKİ EVRİMİ.Ankara Ün. Sosyal Bilimler Ens.2011
2.https://www.haberturk.com/siyasal-ve-toplumsal-devrimin-100-yili-cumhuriyet-ilk-nerede-soylendi-2468551
3.https://www.yenicaggazetesi.com.tr/nursultan-nazarbayevin-turk-dunyasini-silkeleyen-efsane-yazisi--464738h.htm
4 https://tr.wikipedia.org/wiki/Nursultan_Nazarbayev
5 Yalçın Bayer. Ekim 05, 2014 01:25 https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/yalcin-bayer/nazarbayev-den-dersler-27330325
6.Orhan Can-Arka güverte.https://arkaguverte.com/gundem/kazakistan-devlet-baskani-nursultan-nazarbayev-biz-arap-degiliz-kadin-ve-kizlarimizi-carsafa-sokamayiz-biz-kazakiz-turkuz-kadinlarimiz-atlarin-ustunde-erlerinin-erkeklerin-yaninda-49015
7 (Mahmud Rifat KADEMOĞLUhttps://sorularlaislamiyet.com/kaynak/vatandaşlık)
8 https://tr.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCsl%C3%BCmanlar%C4%B1n_Mavera%C3%BCnnehir%27i_fethi
9 https://www.amazon.fr/M%C3%A9thode-turc-1-2CD-audio/dp/2915255741
10.https://tr.wikipedia.org/wiki/Nurullah_Ata%C3%A7x
11.Düşünce tarihi. S.11
12. https://islamansiklopedisi.org.tr/
13.https://islamansiklopedisi.org.tr/turkculuk
Yorum
Hocam ne güzel bir armağan…
Hocam ne güzel bir armağan olmuş. Okuyunca insan daha derinleşiyor. Kutluyorum
Yeni yorum ekle