Bir Göç Hikayesi; Zehra 2
Anavatana Dönüş
Şenol Zümrüt
Her aile bir tarihtir. Hatta okumasını bilene göre bir destandır.
Alphonse de la Martin
Sırplar ile 1389 da Kosova’da bir savaş yapmışız ve bu savaş Sırplarda öyle bir travma yaratmış ki yüzyıllar geçmiş, hala unutamamışlar ve ilk günkü gibi sıcak bir kin ile her daim, ocak üzerindeki çaydanlık misali habire kaynar vaziyette bu kinlerini muhafaza etmişler. Avrupa’nın göbeğinde 1990’lı yılların başında II.Dünya Savaşının insanlık trajedilerini aratmayacak Bosna savaşını çıkartıp katliamlar, soykırımlar, tecavüzler, yalnızca ve yalnızca sırf Türk ve Müslüman olduklarından dolayı bütün dünyanın gözleri önünde binlerce insanı katledilip,yerinden yurdundan etmişlerdi.
Bu katliamın yapılacağının ilk kıvılcımı Kosova Meydan Muharebesinin 600. anma yılı törenlerinde atılır. 1389-1989 Kosova Savaşının 600.yılı, travmaya bakar mısınız Türkler için sıradan bir savaş ama karşı taraf için unutulmaz bir travma. Türkler ne yapsın kardeşim bu tip savaşları dikkate alacaksak sayfalar yetmez.
Türkler Çin’den tutunda, Hindistan’a, İran’a oradan Basra Bağdat Şam, Filistin derken Yemen’e, Hicaz’a, Aden’e Atlas Okyanusu kıyılarından Fas’a, Tunus’a, Libya ve Mısır’a, Balkanlardan Avusturya’ya oradan Rusya’nın derinliklerine, Polonya, Romanya, Kırım ve tüm Kafkaslar ve hatta Kuzey Kore savaşmadığı memleket, coğrafya kalmamış. Hintli, Senegalli, Çinli, Moğol, İspanyol, Portekizli, İranlı, Yemenli, Bahreynli, Venedikli, Cenovalı, Pizzalı, Bulgar, Sırp, Arnavut, Yunan, Makedon, Karadağlı, Rus, İngiliz, Maltalı, Romanyalı, Lehli, Gürcü, Fransız, İtalyan ( şimdi diyebilirsiniz, Venedik, Cenova İtalyan değil mi diye, İtalyan Siyasi birliği kurulmadan önceki devletleri kastettim Cenevizliler vb. gibi ), Ermeni, ve hatta uçakla 36 saat süren mesafedeki Yeni Zelanda ve Avustralya’lılar da dâhil savaşmadığımız millet kalmamış, hele ki Haçlı Savaşları zamanında bilumum kuzey ırklarıyla bile savaşmışız, ne Frank’ı, Katalanı kalmış ne Galyalısı ne İskoçyalısı ne de Germeni ve hatta ne işimiz varsa inanması bir hayli güç ama 1627 yılında Küçük Murat Reis Kuzey Kutup Dairesinde bulunan Norveç, Danimarka’yı bombalayıp oradan yol alan Osmanlı Donanması ta İzlanda’ya varmış ve İzlanda’yı bile 27 gün işgal altında tutarak coğrafi nedenlerden dolayı bi savaşmadığımız İzlandalılar kalmıştı onlarla bile savaşmışız. Kuzey Buz denizine ulaştığımız gibi daha önceki yıllarda daha güneye sıcak sulara doğru 1585 yılında Koca Murat Reis Cebelitarık Boğazını geçerek Atlantik okyanusuna açılmış ve Kanarya adalarına kadar giderek, bu adalardan bazılarını (Lanzarote adası) ele geçirmişti. E tabi sıcak denizlere güneye inince bi Ekvator güneyine inmeyelim mi demiş bizim Osmanlı ve 1585 yılında Kenya Mombasa kıyıları dahil Somali Mogadişu sahilleri Osmanlı egemenliğine girmiş ve Somali 300 yıl kadar Osmanlıya bağlı kalmış.
Öyle bir savaşla travmatik bunalımlara girecek, yüzyıllarca unutmayıp bunu içselleştirip içimizde kinle yaşayacak bir millet olmadığımızın ve büyük devletlere yakışır vakurluğa sahip, gani gönüllü bir toplum olduğumuzun yegâne göstergesidir daha önce savaştığımız toplumlara, uluslara kin beslememek.
Sırplar, savaş meydanında mağlup olup ülkesinin kaybedilmesine neden olan Prens Lazar’ı dini ve milli kahraman ilan ederken bizse savaş kaybeden, savaşta başarısız olan komutanların, sadrazamların kellesini alıyorduk. Kanuni Sultan Süleyman’ın dahi alamadığı Viyana’yı 154 yıl sonra 1683 yılında 173.000 kişilik Osmanlı Ordusunu İstanbul’dan sefere çıkartıp ta Viyana önlerine kadar getirebilme başarısını gösteren ve Viyana’yı ikinci kez kuşatıp fethetmeye çalışan Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, uğradığı ihanet yüzünden kuşatmada başarısız oldu diye Padişan IV. Mehmet (Avcı) tarafından boğdurulmuştu.
Merzifonlu öyle bir devlet adamıydı ki, gelen ölüm fermanını büyük bir metanetle öpüp başına koyar ve infaz için hazır bekleyen cellâtların gözü önünde son iki rekât namazını kılar ve namazının sonunda hazır olduğunu, cellatlara gelip son görevlerini yapmasını ister. Cellatlar gelirken de halının kaldırılmasını emreder ki son nefesini verirken damlayacak kanının devlet malı olan halıyı kirletmemesini ve cansız vücudunun toprağa düşmesini ister.
İspanya’da 1486 yılında Endülüs Müslümanlarına karşı yapılan katliamlar sonucunda oradaki Müslümanları gemisiyle kurtarıp Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarına taşıyarak kurtaran, büyük bir denizci ve haritacı olan ve Fransa sahillerinden Nil Nehrine, Akdeniz ve Ege’deki tüm adaların, kıyıların, limanların adım adım haritasını çıkaran ve 1513 yılında Dünya haritasını çizen, İskenderiye’nin fethinde göstermiş olduğu üstün başarı ile dikkatleri üstüne çeken daha sonrasında Mısır Kaptan-ı Deryası olan Piri Reis Hürmüz Adasındaki Portekiz kalesine yaptığı kuşatmada başarısız olduğu nedeniyle 80 yaşında Mısır’da Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanıyla başı kesilmiştir.
Osmanlı’da, ama savaşta başarısız ama diğer konulardaki başarısızlıklarından dolayı 44 sadrazam katledilmişti. Bunların dışında da asker ve komutanlarda vardı tabii ki, Sırpların Lazar’a gösterdiği özeni görünce insan ister istemez neden biz böyle davranmadık diye iç geçirmemesi neredeyse imkansız gibidir. Bir de savaşın onurunu içinde yaşayıp en ufak bir başarısızlıkta bunu onur meselesi yapıp canına kıyan kahraman askerlerimizde vardır ki bunun en anlamlı örneği 27 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz zamanında Mustafa Kemal Paşa’ya yarım saat zarfında tepeyi almak için söz verdiği halde sözünü tutamamış olduğundan dolayı yaşayamam diye intihar eden ve bu davranışının ardından Mustafa Kemal Paşa’nın ‘’ Allah rahmet eylesin, Reşat bey büyük bir vatanseverdir.’’ diyerek göz yaşı döktüğü Albay Reşat Çiğiltepe’dir.
Balkan Harbi’nden sonra Sırpların Türklere yaşattıklarının nedeni, yüzyıllarca süren bu kompleksin (Kosova travması) sonucudur. Savaş neticesinde ise 632 bin Türk ve Müslüman ya katledilmiş ya da soğuk, hastalık ve açlıktan göç yollarında can vermişti. Balkan Harbi’nden I. Dünya Savaşı’nın başına kadar 300-400 bin kadar muhacir Anadolu’ya göç ederek iskân edilmişti.
Sancak’tan 1912-1918 yılları arasında çoğunluğu Türkiye’ye olmak üzere 97 bin kişi göç etmiştir. Bu göçlerin en büyük sebepleri Sırp çetelerinin yaptığı zulüm, katliam, yağma, cami yıkımları ve Sancak’ta yaşayan Boşnaklara yaptığı türlü işkencelerdir. I. ve II Dünya Savaşları arasında binlerce Boşnak öldürülürken 1919 yılının Temmuz ayına kadar Bosna Hersek’de Boşnakların 400.072 hektar arazisine el konulur ve bu araziler Sırp köylülere verilir. Bu haksızlıkların amacı Bosna Hersek ve Sancak bölgesindeki Türkleri yerinden yurdundan edip göçe zorlamaktı.
Osmanlı döneminde bağımsız olmuş Balkan ülkelerinden yaşanan zorunlu göçler Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam etmiştir. Yeni Balkan ülkeleri etnik açıdan türdeş bir ulus yaratmanın önünde en büyük engel olarak Türkleri ve Müslümanları gördüğünden tüm saldırılarını bu gruba yöneltmiştir. 1923-24’te Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nda Sancak Müslümanlarına karşı yapılan katliam ve saldırılar bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bulgaristan’da hem 1934 faşist askerî darbesinde hem de komünist partinin iktidarda olduğu 1950-51 ile 1989’da hedef hep, yüz binlercesi sınır dışı edilen Türkler olmuştur.
I.Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kopan Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Voyvodina ve daha sonrasında Karadağ, topraklarını 1 Aralık 1918’de kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na bırakmak zorunda kaldı. 11 yıl sonra Sırp-Hırvat-Sloven (SHS) Kralı I. Aleksander diktatörlüğünü ilan edip 3 Ekim 1929’da devletin resmî adını Yugoslavya Krallığı olarak değiştirdi.
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada I. Dünya Savaşı sonunda SHS Krallığı’nın içinde büyük bir İslam nüfusu bulunduğunu belirtmekte ve Krallık içindeki Müslüman halkın yeni Türkiye ile bağlarının devam edeceğini vurgulayarak onların sahipsiz olmadığını, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlının şanlı mazisinde Balkanlar’ın, Rumeli’nin fethine katılan beylerin, akıncıların, fatihlerin soyundan gelen ve Rumeli'nin fethi sırasında Anadolu'dan göç ettirilip bu bölgeye iskân edilen ve O dönemden bugüne kadar Rumeli’ndeki, Balkan’lardaki soydaşlarımız olan Türklerin yani ‘’Evlad-ı Fatihan’’ larının hamisi olduğunu bir ‘’Evlad-ı Fatihan’’ olarak dünyaya dikte ettirir.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun savaşlar neticesinde Anadolu’nun azalmış Türk nüfusu için, nüfus yoğunluğunu artırmada bu göç olayı bir politik yöntem olarak teşvik edilmiştir.
Eski imparatorluk hinterlandından gelen Arnavut, Boşnak, Pomak gibi Rumeli kavimleri ve Çerkez, Çeçen, Abaza Osmanlı’dan devralınan ve bitmeyen zorunlu göç süreci gibi Kafkasya orijinli kavimlerin millî potamız içinde kabul edilip Türkleştirildiklerini görmekteyiz.
Yeni Cumhuriyet’in bu politikasını İngilizler şu şekilde takip edip yorumlamışlardı;
‘’Osmanlılık reddedildiğinden ve Hilafet yıkıldığından beri, Türkiye’nin siyaseti Türk olmak ve Türk kazanmaktır.’’
XX. yüzyılın başlarındaki hâkim anlayış, nüfus artışının devletlere hem iktisadi hem de siyasi ve askerî güç kazandıracağı yönündeydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu anlayışta olması gayet normaldi. Çünkü Anadolu’nun nüfusu, Balkan Savaşı’yla başlayıp Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele’yle sonuçlanan on yıllık bir dönemde 18 milyondan 13 milyona düşmüş ve %30’a yakın bir nüfus kaybı yaşanmıştı.
Birinci Dünya Savaşının diğer savaşlardan ayıran en önemli özelliği ise bu savaşta sivil kayıpların asker kayıplarından daha fazla olmasıydı. Osmanlı’nın bu savaştaki sivil kaybının 2 milyon 150 bin, asker kaybının ise günde 493 şehit ile 772 bin civarında olduğu belirtilmişti.
Ayrıca 1920’li yılların başında genel sağlık önlemlerinin yetersizliğine karşılık sıtma, verem, tifo vb. bulaşıcı hastalıklar sonucu yüksek ölüm oranları dikkat çekmekteydi. Yani genç Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarının genişliği dikkate alındığında az ve aynı zamanda sağlık sorunlarıyla yüklü bir nüfus devralmıştı.
Dolayısıyla yeni Cumhuriyet eksik nüfus meselesini çözmesi ve yukarıda geçtiği gibi “Türk kazanmak” mecburiyetindeydi. Bu konuda Atatürk, Ankara Hükûmeti’nin Balkanlar’a ilişik demografik beklenti ve niyetlerini şöyle dile getirmekteydi:
Memleketin nüfusu şayan-ı teessüf bir derecededir. Zannederim ki bütün Anadolu halkı sekiz milyonu geçmez... Şimdi biz bunu telafi etmek istiyoruz... hudud-ı milliye haricinde kalan aynı ırk ve harstan [kültürden] olan anasırı [unsurları] da getirmek ve onları da müreffeh bir hâlde yaşatarak nüfusumuzu tezyid [artırmak] etmek lazımdır... bence Makedonya’dan ve Garbî Trakya’dan kâmilen [tamamen] Türkleri buraya nakletmek lazımdır.
Zaten Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etmek isteyenler konsolosluk ve büyükelçiliklerimizden gelebilmek amacıyla gerekli vesikaları tamamlayıp vatandaş olabilmeleri için Türk olduğunu belirtmek zorundaydı. 1934’ten sonra 2510 sayılı Göçmen Kanunu’nun 3. maddesindeki “Türk soyundan olan veya Türk kültürüne bağlı bulunan (Türk bilinci taşıyan)” ölçütü göçmen kabulünün temel kaidesiydi. Balkanlar ve diğer bölgelerden aslen Türk olanların yanı sıra Türk kültürüne bağlı Arnavut, Boşnak, Pomak, Torbeş, Goran vb. unsurlar göçmen olarak kabul edilmişti.
Rumeli’nden gelen göçmenlerin Anadolu köylerine görece daha ileri bir köy hayatına sahip olduklarından yeni Cumhuriyete bir canlılık getireceği, taze bir kan aşısını sağlayacağı, gelen göçmenlerle Anadolu köylerine bir hareket uyandıracağı, genel köy seviyesinde bir kalkınma olacağı değerlendirilmiş ve bu yönde iskân politikası güdülmüştü. Daha 1950’li yıllarda Türkiye’de buzdolabı, radyo, dikiş makinesi gibi elektrikli ev aletlerinin çok yaygın olmadığı zamanlarda bu eşyaları kullanan göçmenler bazı konularda Anadolu köylüsüne göre görece çağdaş dünyaya daha yakındı, gelen göçmenlerden bu eşyalarını getirebilenler limanda kurulan pazarlarda maddi sıkıntılarını giderebilmek için satmak durumunda kalıyorlardı.
Türkiye ile SHS Krallığı arasında aslında Lozan Antlaşmasından beri süregelen bir siyasi ve ekonomik gerginlik vardı ve bu durum oradaki Türk ve diğer Müslüman unsurların göç kararını direkt etkiliyordu.
İki ülke arasındaki siyasi gerginliğin kaynağı Lozan Barış Konferansı’na dayanmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın taraf ülkelerinden birisi olması açısından Lozan Konferansı’na katılan Yugoslavya, Barış Antlaşması’nı imzalamadığından Türkiye ve Yugoslavya arasındaki savaş durumu halen devam ediyordu. 28 Ekim 1925’te Ankara’da imzalanan Dostluk Antlaşması’yla savaş durumu sona erdirildi. Bu tarihten sonra ikili ilişkiler yavaş, yavaş olumlu bir seyir kazanmaya başlasa da birkaç yıl içinde Yugoslavya Türklerini menfi yönde etkileyip göçe sevk eden 1928’deki toprak reformu ve 1929 Ekonomik Buhranı ilişkileri olumsuz yönde etkileyecekti.
1923’ten itibaren Yugoslavya’dan yaşanan ilk belirgin göç hareketinin temelinde aslında SHS Krallığı’nın adının 1929’da Yugoslavya Krallığı olarak değiştirilmesiydi. Kral Aleksandr Karagorgiyeviç Krallıkta Sırp egemenliğine dayanan baskıcı bir sistem oluşturmak için 1921 Anayasasını feshetmiş ve milli unsurlara dikkat etmeden idari yapılanmaya gitmiş, Türk ve Müslümanların yoğun yaşadığı Kosova, Bosna-Hersek gibi bölgeleri Faşist yönetimlerin idaresine vererek sistematik devlet terörü, etnik temizlik ve ekonomik zorluklar çıkararak buradaki Türkleri, müslümanları Türkiye’ye göç etmeye zorlamıştı.
Bu dönemde yaşanan göçlerin en önemli sebebi krallığın, Karadağ, Sancak, Makedonya ve Kosova’da uyguladığı Osmanlı feodal yapısını kaldırmayı hedefleyen Tarım Reformu (Agrarna Reforma) idi. Krallık döneminde 1931’de çıkarılan Zirai Islahat Kanunu (Agrar) Makedonya’da siyasi açıdan çökmüş Türklüğün ekonomik bakımdan yıkılması sonucunu doğurmuştu. Toprakların bedelsiz istimlâk edilip Türklerin geniş arazilerinin ellerinden alınması ve yüksek vergi tarhıyla Türkler üzerinde ekonomik bir baskı oluşturulmuştu.
Bu düzenleme ile toprakları ellerinden alınan köylüler göç etmeye zorlanıyordu. Aslında topraksız köylüleri toprak sahibi yapmak bahanesiyle açıklanabilecek bu reformla bölgenin demografik dönüşümü ve Sırplaştırılması amaçlanmaktaydı. Bu dönemdeki zulümlerden bahseden bir kaynağa göre, Kosova’da 12.371 kişi öldürülmüş, 22.110 kişi hapsedilmiş, 6.050 ev ise tahrip edilmiş ve 10.452 ev Sırplar tarafından soyulmuştu.. Büyük arazi ve köylere sahip Burmalı Cami, Gazi Mustafa Paşa Camii, Harabati Baba Vakfı gibi İslam vakıflarına el konulmuş. Yerel düzeyde meydana gelen bu eylemlerle özellikle Arnavut ve Türk toplumunda korku ve panik yaratılarak onların göç etmesi istenmişti.
Buradaki Müslümanlardan haczedilen malların 1922-1941 yılları arasında Karadağ, Banat ve Srem bölgelerinden getirilen 12 bin Slav ve 5 bin yerli ahaliye verilmesi, göç ettirmenin ana maksadını gayet açık bir biçimde açıklamaktaydı.
Türkler Agrar Kanunu’yla mal varlıklarını kaybedip göç etmeye başlayınca, Türkiye Yugoslavya nezdinde göçmenlerin bölgede kalan arazi, çiftlik ve emlakinin tasfiyesi konusunu gündeme getirmiş ve Belgrad’da 27 Kasım 1933’te, Ankara’da 28 Kasım 1933’te Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı Arasında görüşmeler başlar.
Aslında II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yapılan göçler “köyün sosyalist rekonstrüksiyon”unu yani yeniden yapılandırılmasını destekleyen bir önlem olarak algılanıyordu. Müslümanlar arasında, Yugoslavya yönetiminin itibarını düşüren “Ya kolhoza ya da Türkiye’ye” sloganı dolanıyordu. Göç olgusuna en büyük ilgiyi gösteren, devlet tarafından mülkü elinden alınmış köylüler ve eski toprak sahipleri olmuştu. Yeni rejim, köy ekonomisinde geri kalmışlığın sembolü olarak gördüğü bu eski tip üretim modelini Sovyet modeline göre kolhozlara dönüştürmeye çalışmıştır. Kolhoz; devlet mülkiyetindeki çiftliklerde toprağı elinden alınmış Türklerin, Müslümanların çalışmak mecburiyetinde kalması olarak kısaca açıklanabilir. ( Kısaca, Türklerin elinden toprağını alıyorsun ve topraksız kalan Türkleri Kolhoz denen devlet çiftliklerinde köle gibi çalıştırıyorsun)
Yugoslavya’da komünist idarenin II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından kuruluşu sırasında, Türkler yeniden haksızlığa uğrarlar. Komünist rejim, toprak reformunu en katı biçimde uygularken 100 dekardan fazla araziyi resmen gasp etmişti. Kendi ihtiyacını bile temin edebilecek kadar arazisi bulunmayacak duruma düşen Türk çiftçisi bu yüzden borçlu dahi çıkarılarak köylerini terke veya göçe mecbur bırakılmışlardı.
Sadece tarım reformunda 1946’da Bosna Müslümanlarının 618.000 dönüm toprağına el konulmuştu Sancak bölgesinin dağlık yerlerinde özellikle tarım reformlarından sonra 1952’de “toprağın fazlasına” el konularak halk yokluğa mecbur edilmişti. Sancak’ın birçok yerinde 1953 yılına kadar ne sağlık ocağı ne de doktor görevlendirilmiş ve bu bölgedeki Türklerin her konuda mağduriyet yaşamalarına sebep olmuşlardı.
Türkiye’ye göçmenin maddi bir bedeli vardı. Başlangıçta göç sürecinin masrafları oldukça fazlaydı. Yetişkin kişi için sadece devlete ait ve yerel vergi olarak toplam 15000 Yugoslavya Dinarı gerekiyordu. Göç edebilmek için Yugoslav hükümeti göç edeceklere izin vermesi için öncelikle malını ve mülkünü satma koşulu getirmişti. Satamayanlar ise hükümete hibe etmesi gerekiyordu.
Göç belgesini alabilmek, “vatansız” ibareli tek kullanışlı pasaport için birçok soydaşımız mecburiyetten Mal ve mülkünü ucuza satmak durumunda kalmıştı. İşin üzücü kısmı ise, mallarını satma imkânını bulamayanlara çıkış izni verilmediğinden gayrimenkullerini Yugoslav hükümetine bağışladıklarına dair bir belge imzalamak zorunda kalmalarıydı.
Yugoslavya makamları göç müracaatıyla göçmenin mallarını tasfiyeye başladığı andan nihai ayrılışa kadar bürokratik süreci bir sene uzatıyordu. Bekleyen insanlara iş verilmiyor, servetlerini Yugoslavya’da tamamen yahut büyük ölçüde harcadıklarına kani olunduktan sonra göçe izin veriliyordu.
Belediyeler Türklerin mallarını satın almada öncelik sahibiydi ve dilediği fiyata alabilirdi. Belediye satın almazsa sıra Sırplara gelmekteydi. Mesela Sancak bölgesinden gelip Üsküp’te mülk almak isteyenlere müsaade edilmiyordu. Bundan maksat fiyatların olabildiğince düşürülmesiydi ki bir gayrimenkul ancak üçte bir, dörtte bir fiyatına satılabiliyordu. Yetmezmiş gibi satış bedelinden %25-30’u gibi fahiş bir vergi alınmaktaydı.
Göçmen, malını satma imkânı bulamayıp gelmek isterse müsaade edilmemekteydi. Emlakini Yugoslavya hükûmetine hibe ettiği sözleşmesi imzalamadıkça ve bu sözleşmenin yüksek harçlarını ödemedikçe Türkiye’ye göç edemezdi. Neticede göçmenin elinde bir miktar para kalmışsa onun da Türkiye’ye transferine müsaade yoktu.
Türkiye’ye göç etmeye mecbur kalanlar malını mülkünü satacak, ancak geride kalan Türklerin elinde bu malları alacak paraları olmadığından, çok kişi Türkiye’ye gelebilmek için malını Yugoslavya Devleti’ne bağışlamak durumunda kalmıştı. Savaştan yeni çıkmış ülkede, üstelik en yoksul ve dağlık bir coğrafyada Rekalar’ın Boletin köyü sakinleri 1952-58 arasında topyekûn Türkiye’ye göç etmiş ancak köyün hiçbir sakini mallarını satamamış ve bütün bir köyü devlete bağışlamışlardı. Bazı göçmenler ise malını mülkünü Yugoslav hükümetine bırakmak istememiş ve o günleri yaşanların anılarında bu durum ‘’ Tito yönetimi malını mülkünü ya satacaksın ya da devlete hibe edeceksin demiş. Biz de gâvura niye hibe edelim demişiz, tarlayı Ahmet’e Mehmet’e hibe etmişiz.’’ Şeklinde özetlenmiştir.
Ayrıyetten Türklerin ve diğer Müslüman toplulukların çocuklarının eğitim işine de baskı olanca hızıyla devam ediyordu. Sırp hâkimiyeti, Türk çocuklarının okuyup kültür ve diploma sahibi olmalarını katiyen istemiyordu. Çünkü yetişmiş gençler makam sahibi oldukları takdirde Sırp baskısının devamına engel teşkil edeceklerdi. Bu sebepten dolayı yüksek tahsil yapan Türk ya hiç yoktu ya da az bulunmaktaydı. Genel bir bezginliğe ve ümitsizliğe kapılmış olan Türkler, bu baskılar karşısında hep geriliyorlar, siyasi sahada bir varlık haline gelme fırsatını da gittikçe kaçırıyorlardı.
Göç devam etmesine rağmen iki ülke arasında göçle ilgili bir anlaşma yoktu. Her ne kadar tam manasıyla uygulanmasa ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı belgelerinde henüz böyle bir kayda ulaşılamasa bile Türkiye-Yugoslavya arasında imzalanan ilk göç anlaşmasının 1938 anlaşması olduğu iddia edilmektedir. 11 Temmuz 1938’de Göç Anlaşması’nın metni parafe edilir ve 1938 Anlaşması’nın göç kriterleri arasında yer alan paragrafta: “Türk dili ve orijini olanlar ve Türk Kültürüne sahip Yugoslavya Müslümanları...” göç etme hakkına haizdi. Bu tanımda yer alan birinci unsur Türkler, ikinci unsur ise bir bakıma Müslüman olan herkesin Osmanlı geçmişinden dolayı Türk kültürüne sahip olduğu varsayımını esas alan kategoridir ki bunlar Arnavut, Boşnak ve Torbeş’lerdi.
1923-1933 yılları arasında Yugoslavya’dan 26.120 ailede 108.179 kişinin ‘’serbest göçmen‘’olarak geldiğini görmekteyiz (‘’serbest göçmen‘’ ;devletten yani yeni T.C.’den herhangi bir yardım almadan gelmeyi kabul eden göçmenler için kullanılan terminolojik bir tabirdir )
Devletin temellerinin atıldığı ve bütçe imkânlarının oldukça sınırlı olduğu Cumhuriyet’in ilk on yılında devlet mübadele göçmenlerinin göç ve iskânı için tüm imkânlarını seferber etmişti. Dolayısıyla Balkanlar’dan gelecek diğer göçmenler bu dönemde ancak serbest göçmen olma yani diğer bir ifadeyle iskân hakkı talep etmeme şartı koşulmuş ve bu şartı kabul edenlere ülkeye yerleşme izni verilmişti. Ancak gelen göçmenlerin büyük çoğunluğu fakir olmalarına rağmen sırf ülkeye giriş yapabilmek için iskân yardımı istemeyeceğine dair senet vermekte, ancak bir müddet sonra ne yazık ki muhtaç duruma düşmekteydi.
Atatürk döneminin ikinci safhasında yani 1934-38 göçlerinde ise Balkanlar’dan gelen göçmenler iskânlı göçmen olarak yurda kabul edildi ve mübadeleden dolayı tecrübe kazanan devlet, bu göçmenleri nispeten daha planlı bir şekilde yerleştirdi. Bu göçmenlere arazi, tohumluk, çift hayvanı ve barınacakları ev yardımları yapıldı.
Ayrıca 1934-1940 yılları arasında 5.894 kişi de ‘’iskânlı göçmen’’; (İskânlı göçmen tabiri ise adından da anlaşılacağı gibi devletin toprak, ev, arazi, çift hayvanı vb. yardımı sağladığı göçmen grubudur) 1934-1949 arasında ise 3.139 kişi ise serbest göçmen statüsünde Türkiye Cumhuriyeti’ne gelmiştir
Yugoslavya-Makedonya topraklarından 1923-1930 arasında devamlı baskılar sonucu Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 350 bin olarak görülse de aslında sayının çok daha fazla olduğu yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen verilerden anlaşılmaktadır.
Gelen Göçmenlerin mali durumu o kadar içler acısı bir haldeydi ki Türkiye’ye gelmek üzere yol masrafını bile karşılayamayacak haldeydiler. Başbakan İsmet İnönü başkanlığındaki Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı Atatürk’ün imzasıyla 8 Kasım 1925 tarihinde alınan kararla gelen göçmenlerin bir kereye mahsus vapur ve eşyalarının taşınmasındaki nakliye ücretlerinin ödenmesi kararı alınmıştı.
II. Dünya Savaşı esnasında Makedonya’nın batı kısmı İtalyan; Üsküp dâhil doğu kısmı Bulgar işgali altındaydı. Bulgarlar tarafından öldürülen Türklerin bir günde 60 kişiye ulaştığı ifade edilmektedir. İtalyan işgali altındaki Makedonya’yı Arnavutlar idare ediyordu. Bu yıllarda Arnavut milliyetçileri Türk köylerine sokulmuş ve Türkleri Arnavutlaştırma faaliyetleri başlamıştır. Savaş sonunda 11 Ekim 1944’de Makedonya Cumhuriyeti, Yugoslavya’ya bağlı federe bir devlet olarak ortaya çıktı. Yugoslavya kendisi gibi komünist rejimi kabul etmiş Arnavutluk’a hoş görünmek için Makedonya’daki Arnavutlara geniş haklar tanıyınca onlar da bu yetkilerini Türkleri asimile etmek için kullandı.
Batı Makedonya’da yaşayan Türkleri nüfusta Arnavut yazdırma kampanyası yürütülmüştü. Bu arada Partizanlar, gizli mukavemet teşkilatlarına katılmadıkları için bazı Türkleri kurşuna dizmiş, cesetleri ailelerine teslim etmemişti.. Bu cinayet ve katledilmelerin yanında ayrıca II. Dünya Savaşı sırasında antifaşist harekete karşı farklı etnik kökenden Müslümanların pasif tutumu Sancak, Kosova ve Makedonya’daki Müslümanlara karşı yeni rejimde güvensizlik yaratmıştı. Bu nedenle onlar “istenmeyen” ve “vefasız” azınlık olarak algılanmışlardı.
Makedonya resmî makamları, Türk aydınları Komünist Parti’ye üye olmaya zorlamak için kampanya başlatmış, buna yanaşmayanları ise işsizlik ve dolayısıyla açlığa mahkûm etmişti. Söz konusu dönemde Yugoslavya’nın, Arnavutluk’la birleşme umutları olduğundan, Makedonya’da sadece Arnavutların varlığı tanınmış, Türklerinki ise tanınmamıştı. 1946’da çıkarılan soyadı kanunu da bunun bir kilometre taşı olmuştu. Daha önce Türklerin soyadı sonuna getirilen “yeviç” ekiyle Sırp olarak tanımlanmışken savaştan sonra “i” eki getirilerek Türkler, Arnavut yapılmıştı
Kosova yenilgisiyle Türklere karşı oluşmuş bu olumsuz tavır 600 yıl sürmüş, Sırpların ilk bağımsızlık eylemleri sonrasında Osmanlıdan ayrılmaları, kurdukları bağımsız krallıklar, devletler ve yönetimlerin tek politikası Türk ve diğer Müslüman topluluklara karşı 600 yıllık içselleştirilmiş travmatik davranışlar olmuş, yapılan eziyetler, mülkiyetlere el koyma, mezalimler, tecavüzler, soykırımlar neticesinde, 1389 yılında bölgeye gelmiş ve bu torakları vatan eylemiş, memleket diye bağrına basmış yüzyıllarca evvelinden Anadolu’nun bağrından kopup bu yeni fethedilen toprakları vatan yapan Evlad-ı Fatihan’lar gün gelir Makedonya’nın Üsküp şehrinin Koçana beldesinde malını mülkünü, geçim kaynağı hayvanını, toprağını yok pahasına elinden çıkarıp 1955 yılında Evlad-ı fatihan olarak gittikleri Rumeli’nden göçmen olarak Anavatan Türkiye’ye dönerler.
Üsküp’ten kalkan tren ile yapılan tek gidişlik yolculuk 1955 yılının 29 Ekim’inde yani Cumhuriyetin kuruluşunun 32. yılında Anavatanda Sirkeci’de sona erer. Zehra ve ailesi bir hafta kadar Muhacirhane de misafir edilirler, daha önce Türkiye ye göçmüş olan abisi Ramadan Akhisar’a yerleştiğinden dolayı Akhisar’a, sonra iş imkânı ve çalışma koşullarının daha uygun olduğu düşünüldüğünden İzmir’e daha sonra tekrardan Akhisar’a dört çocuğu, annesi ve babası ile yerleşirler. Barınma imkânının sıkıntılı bir hal aldığı bir zamanda Babası, abisinin tek odalı evinde kalırken annesi Redife ise bir oda olan evde onlarla birlikte kalır.
Yeni geldikleri vatanlarında hiçbir ayrıcalık, teşvik görmeden yaşamaya, hayata tutunmaya çalışırlar. Zehra ve büyük kızı İsmet tarlalarda, sıcakta tütün bahçelerinde çalışırken, evin erkeği Ali Efendi ise seyyar arabalarla tatlı ve dondurma satar. Memleketten gelirken yanlarında çok fazla mal getiremezler, altın, para gibi şeyleri zaten yoktur yanında getirdikleri ise ilginçtir, kazma, kürek, faraş, II. Dünya Savaşından kalma dökümden imal 155 mm.lik Alman top mermisinden yapılmış tohum dövmek için Havan,vb. gibi malzemeler.
Dünyayı ve ülkemizi de saran II. Dünya savaşının oluşturduğu ateş çemberinin olumsuz etkileri 1950’li yıllarda tüm ülkenin üstüne kâbus gibi çöken yoksulluğun iliklerine kadar yaşandığı ve hissedildiği Akhisar da tek göz evde yaşamaya çalışırlar
Zehra ve daha çocuk yaştaki İsmail ve İsmet tarlada çalışmak durumunda kalırlar, Baba ise memlekette polislik yapmasına rağmen Türkiye’de belgeleri olmadığından yaptığı işe uygun bir iş bulamaz ve ilk önceleri, bedensel gücünü kullanarak tarlalarda rençberlik, ırgatlık inşaatlarda amelelik gibi işlerde çalışır daha sonra evde Zehra hanımın yaptığı, yaz ise dondurma kış ise şambali, kaymak gibi tatlıları seyyar araba ile çarşıda pazarda satmaya çabalar ve daha sonra ise garsonluk yaparak ailesini geçindirmeye çalışır.
Tek göz oda evde bir anane, dört çocuk ve abisinin öksüz kalan çocuğu da olmak üzere sekiz kişilik bir nüfus bu şartlarda yaşamaya devam ederken herhangi bir gelecek kaygısı duymadan nasıl bir özgüven nasıl bir motivasyon yada nasıl bir libido varsa artık, Ege’nin efil efil esen Meltem rüzgarın tütün tarlalarından getirdiği çıldırtıcı egzotik tütün kokusundan mı, ya da serinlik çökmüş Akhisar gecelerinde tütün kırarken çiğ düşmüş tütün yapraklarındaki çiğ tanecikleri üzerinde ay’ın şavkının büyüleyici ışık oyunlarının etkisinden mi, ya da çarşıda pazarda satılamayan kaymak, şambali tatlıların akşam evde ziyan olmasın diye aşırı tüketilmesinden midir bilinmez o küçük tek odalı eve kısa sürede 2 nüfus daha katılır ve ev mevcudu ona yükselir.
Günler böyle geçip giderken Yugoslavya’dan göçler devam eder, diğer akrabaları amcasının kızı Ayşe Yugoslavya’dan Yalova’ya göçer ve oraya yerleşirler. Ayşe’nin kocası Hayri Efendi aynı zamanda Zehra’nın kocası Ali Efendinin de abisidir. Hayri Efendi Yalova’da bulunan Amerikan Üssü’nde İtfaiyede iş bulmuş ve kardeşi Ali Efendiye Yalova’ya gelin burada daha fazla iş imkanı var bak ben Amerikalıların Meydan dedikleri yerde işe girdim gel sana da Meydanda bir iş bakalım der ve bunun üzerine Zehra ve Ali Efendi kısa süreliğine Yalova’ya giderler ve gidiş o gidiş. Zehra Yalova’ya hayran kalır ve oraya yerleşmeye karar verir. Ali Efendi hemen Akhisar’a döner ve zaten iki üç parçalık eşyalarını Koca Anneyi 6 çocuğu ve Zehra’nın yeğenini yanına alır ve doğruca Yalova’ya yola çıkar ve tekrardan kısmi, minik bir göç daha yaşanır ve uzun yıllar sürecek kalıcı, köklerin yeşereceği yeni memleket Yalova macerası böylelikle başlamış olur.
Yalova’da yine Akhisar’daki tek odalı ev gibi bir yere kiracı olarak yerleşirler. Ali Efendi’nin abisi Hayri Efendi Amerikalıların Yalova’daki Hava meydanında İtfaiyede çalışır ve kısa süre sonra Ali Efendi’de Meydanda işe başlar. Ailede eli iş tutan herkes çalışmaya aile ekonomisine destek olmaya gayret ederler. Evin büyük oğlu İsmail yağlı boya, badana işleri yaparken diğer oğlan Seycan ise marangozda, adet başına 15 kuruş kadar cüzi bir ücretle meyve sandıkları çakar. Daha sonra sabahları çokça rağbet gören simit satmaya başlar, asıl cazibeli ve getirisi fazla olan iş ise sahilde taze fındık satmak olur.
Pazardan almış olduğu taze fındıkları soyup onları küçük kese kâğıtlarına koyup Yalova Sahilinde Akasya Park’ın oralarda satmaya başlar, iyide kar getirir. Gelen iyi kar Seycan’ı kesmez ve karı maksimize etmek için fındığı pazardan değil de direk bahçeden üreticiden almayı akıl eder ve pazara göre kar marjını daha da yükseltir. Üreticiden tüketiciye direk bağlantı kurar. Sahilde satışlar ilk başlarda gayet hızlı giderken sonra bu satış trendin de yavaşlama başladığını hisseder, çünkü sahildeki tüketici aynıdır ve her gün aynı kitleye satış yapmanın zorluğunu hemen keşfeden küçük Seycan tüketici kitlesinin daha dinamik bir pazarı olan ve devamlı değişkenlik gösteren Anadolu’nun İstanbul’a en kısa bağlantısı olan Yalova iskelesini keşfeder.
İskelede satışlar sahildekine göre çok daha fazladır ve artık bir tepsi fındık yetmez yanına daha çok fındık alır. Ekonominin sağlam işleyen çarkları sayesinde fındık satışları ve getirisi, kar payı olanca hızıyla artmaya devam eder. Ancak yine bazı sıkıntılar baş gösterir ve iskeleye, vapura yetişmeye çalışanlar, acele edenler, fındık almaya niyetlense bile vapura yetişememe kaygısından çoğunlukla fındık almaya gönülleri de olsa vakitleri olmaz ve vazgeçerler. Tabii ki bunun çözümünü de hemen bulur küçük fındık tüccarı, o da tüketici kitlesiyle eşzamanlı vapura biner ve hizmette sınır tanımaz ve deniz aşırı fındık ticaretinin yolları böylelikle açılır. 1500’lü yıllarda nasıl ki yeni baharat yollarını bulmak için Portekizliler, İspanyollar denize açılıp yeni yollar, keşifler yaptıysa, küçük Seycan’da geleceğin başarılı bir denizcisi olacağının ilk emarelerini bir Kristof Kolomp, bir Amerigo Vespucci bir Ferdinand Macellan ya da Vasco da Gama misali denizlere ama şimdilik yalnızca, imkanı anca bu kadar olduğundan Marmara denizine o da sınırlı bir rotada Yalova –Kartal arasına açılır.
Arabalı vapurla Kartal’a geçerken satışların oranındaki hızlı artış önlenemez bir seviyeye gelir. Kartal’a gelir ve oradaki Haydarpaşa Banliyö trenini de keşfeder. Deniz yolu, demir yolu derken ticaretin tüm yollarında boy gösterir. Bir ticari girişimci olarak Prens Adalarını görür ve Adalara bir deniz seferi planlar. Ekonominin her türlü kuralını uygular, üreticiden temin edilen fındık, iyi bir Pazar analizi, iyi bir satış planlaması portföy yönetimi derken ticari sınırlarını genişleterek kısa sürede Yalova’dan Kartal, Haydarpaşa ve Adalar’a kadar geniş bir alanda taze fındık imparatorluğu kurar.
Bir gün Heybeliada’daki Deniz Harp Okulunun nizamiyesinin hemen yanında fındık satarken nizamiyedeki askerin ikazıyla duvardan uzaklaşır. Asker nereden bilecekti ki o fındık satan küçük ortaokul öğrencisinin çok kısa süre sonra elinde fındık tepsisi yerine siyah James Bond çanta ve beyaz denizci üniformasıyla Deniz Lisesi’ nde askeri lise öğrencisi ve ileri de çok başarılı bir deniz subayı olacağını.
Yalova’da günler gelip geçiyor aile ekonomisi bir hayli toparlanıyordu. Evin büyük kızı İsmet’de Amerikalıların evinde temizlik, ütü, çocuk bakma gibi o yıllar için iyi gelir getiren işlerde çalışıyordu. Diğer oğlan İbrahim ise İstanbul’da Sultan Ahmet Meslek Lisesinde öğrenimine devam ederken dönemin ünlü müzisyenlerinden müzik, şan dersleri alıyordu. Zehra’da hem evin işlerini yaparken hem de Amerikalıların evlerinde temizlik, ütü gibi gündelik işlere gidiyordu.
Yugoslavya’dan sıkıntılı bir biçimde Anavatana göçmenin getirdiği ekonomik sıkıntılar Yalova’da ailece çalışmanın sonucunda birazda olsa giderilmişti. Gül Sokak’da küçük bir arsa satın alınmış ve hemen bir ev yapabilmek için temel atılmıştı. Ancak temel atılmış ama inşaatın devamı getirilememişti. Artan fiyatlar nedeniyle temel yarım kalmış ama başlarını sokacak kadar hemen temelin arkasında küçük bir ev yapabilmişler ve ailece kiracı olmaktan kurtulmuşlardı. Yapılan ev ekletik bir yapıydı. Önce küçük bir mutfak hemen onun yanında bir oda ve o odanın yanında diğer bir oda. Adeta tren vagonu gibi yan yana odalardan oluşan bir küçük ev. Ama olsundu, çekilen onca sıkıntılı günlerden sonra başlarını sokabilecekleri tren vagonu gibi olsa da kendi evleriydi.
Bu tren vagonu gibi olan evi ben çok iyi hatırlıyorum. Evin girişi, önde olan temel, hemen yanında uzun ince bir bahçe, bahçe kapısının hemen yanında bir kuyu ve incir ağacı, Temelin arkasında uzun ince odalardan oluşan ev, temelin sol tarafında ise küçük odalardan oluşmuş, depo, kiler ve tuvalet. Temelin üzerinde ise yapılması planlanan inşaat için alınmış kum.
Temel ile ev arasında geniş bir iç avlu gibi bir alan vardı. Aile ekonomisinin görece iyileşmesi neticesinde o avluda yaz akşamları mangal partileri verilir, gelen giden, misafirler eksik olmazdı. Mahallenin bulunduğu alanda Öğretmen Yusuf Ziya İlk Okulunu bulunuyordu, ancak o yıllarda pek de yaygın olmayan kırtasiye, okul malzemeleri, okul öğrencilerinin daha fazla teveccüh gösterdiği bisküvi, çikolata, gofret vb. vb. dibi temel gıda maddeleri satacak mekanlar ihtiyaç haline gelmiş ve bu ihtiyacı nasıl olduysa erken fark eden girişimci ruhu yüksek olan evin üçüncü büyük evladı olan İbrahim okulun hemen yanında küçük bir ticari mekan açmıştı.
O sıralar daha evlenmemiş olan evin büyük oğlu İsmail boya badana işleri yaparken, sair zamanlarda ise salep, dondurma, elma şekeri gibi şeyleri seyyar bir araba ile satıyordu. Açılan bu yeni kırtasiye ve kantin türü mekanın işletmeciliğini İsmail üstlenmiş ve diğer günü birlik işlerden nispeten kurtulmuştu.
Okulun yanında hem kırtasiye hem de çocukların sevdiği ilgi duyduğu yiyeceklerin olması kısa sürede açılan dükkânın satışlarını yükseltmişti. Artan satışlar yeni açılımlara yol açmış ve benzer ürünlerin satıldığı kırtasiye malzemelerinin yanında Yalova’da plak satışının ilk yeri olan İnci Plak en işlek yer olan Karamürsel Caddesinde hizmete girmişti. İnci Plak’ı müzikle olan ilgisinden dolayı İbrahim işletiyordu. İnci Plak, ilk olmanın avantajını yaşıyor ve İstanbul Unkapanı İMÇ’den topluca alınan günün moda plakları daha akşam olmadan tükeniyordu. Satışların inanılmaz oranda yüksek olması gelecek günler için olumlu bir tablo çiziyor, sıkıntılı günlerin geride kaldığının bir göstergesi oluyordu.
Okulun oradaki kırtasiye, Karamürsel Caddesi’ndeki İnci Plak parlak günlerini yaşıyordu ancak bu parlak günlerin çok uzun süreceğine dair kuşkular vardı. Çünkü özellikle kırtasiyede ki gelir gider dengesindeki bozulmalar, iktisadın genel kurallarının tam işletilememesi, kırtasiyeyi işleten İsmail’in evlenip işe olan ilgisinin, takibinin ortadan kalkması, dükkânla henüz çocuk yaştaki evin. en küçük oğlan çocuğu olan Mehmet’e kalması sonun başlangıcını oluşturmaya başlamıştı bile
Kırtasiyenin başına gelen benzer olayların İnci Plak’ın da başına gelmesi kaçınılmazdı. Dükkânı işleten müzisyen İbrahim’in askere alınması ve bu dükkânın da 14 yaşındaki Mehmet’e kalması sıkıntıların ilk sinyalini vermeye başlamıştı. Yaşının küçük ve sorumluluk anlayışın yetersiz olması, satılan her malın kar sayılıp yerine mal alınmaması, satılan malların yerine yeni ürünler almak varken kazanılan paraların yenmesi, senetle alınan plakların ileriki zamanda ödenmeyen borçlar nedeniyle senetlerin icraya verilmesi gibi durumları beraberinde getirmiş ve çok önemli sıkıntıların yaşanmasına vesile olmuştu.
İnci Plak çok büyük umutlarla açılmıştı, İstanbul’da dönemin ünlü müzisyenlerinden oldukça yüklü ders ücretleri karşılığında şan eğitimi alan İbrahim’in ders ücretleri İnci Plak’ın borç hanesine yazılmıştı. Çok iyi bir müzisyen, başarılı bir trombon sanatçısı olmasına karşın İbrahim’in şan konusunda bir nebze sıkıntısı vardı ve asıl sıkıntı, şan konusundaki sıkıntı değil bunun farkına varamamasıydı. Diğer bir ciddi sıkıntı ise şan konusundaki yetersizlik, sıkıntının farkında olamaması bir yana ama o dönemler için mutlaka yapıla gelmesi sanki elzem olan, her yeni şarkıcının bir plak çıkartma sevdasına düşmesiydi. Zehra hanımın bu konuda bir çok kaygısı olsa dahi plak çıkarma sevdasına arka çıkmış ve gerekli yardımları yapmıştı. Her şarkıcının en büyük hayali olan plak çıkarma, bir plağa sahip olma hayali gerçekleşmiş ve ‘’Kara Sevda’’isimli bir 45’lik plak basılmıştı. Tabii ki o yılların yetersiz imkanları, az parayla zayıf bir orkestra, plak çıkartma sevdalıların parasına göz dikmiş Unkapanı plakçılar çarşısındaki insanların hayallerini daha ilk plak da karartan simsarların, sırtlanların stüdyosun da basılan plağın akıbetini sormaya gerek yok tabi ki, büyük bir hayal kırıklığı ve her akrabanın evinde bir anı şeklinde saklanan İbrahim Sevinçler’in ilk ve son plağı ‘’Kara Sevda’’ ve ‘’ Burçak Tarlası ‘’ isimli 45’lik plağı. Gerçi o yıllarda hayal kırıklığı yaratan bu girişim o zaman için çok anlamlı olmasa da şimdi toprak olmuş İbrahim Sevinçler’den, dijital bir hatıra olması açısından anlamı son derece duygusal bir miras, o yıllardan gizlenmiş ve bugünlere gelmiş İbrahim Sevinçler’in sesi, ne kadar da anlamlı ve bir o kadar da duygusal, o yok ama, sesi hala bu dünyada…
Sıkıntılı günlerden kurtulmanın ilk yolu öncelikle kırtasiye dükkânının kapatılmasıyla giderilmeye çalışılmıştı, daha sonra kirası dahi ödenemeyen İnci Plak’ın tasviyesine gidilmiş ve malları askeri okulda okuyan ve hafta sonları Heybeliada’dan Yalova’ya gelen Seycan tarafından maliyetine satılmış, çocuk yaşta işletmenin tüm sorumluluğu üzerinde kalan Mehmet’in piyasaya olan borçları ödenmeye başlanmış ve en nihayetinde İnci Plak macerası kapanarak sona ermişti.
İsmail evlenmiş, İbrahim askere gitmiş ve ticari başarısızlıkla iki dükkân da kapanmıştı. Ali Efendi Meydan denilen Amerikan üssünden çıkış alarak yüklü bir çıkış tazminatı almıştı. Alınan tazminatla o zamanın Pazar yerinde olan şimdi ise Şeyh Şamil Parkının olduğu yerde bir çay bahçesini bir ortakla kiralar. O çay bahçesinin hatırladığım kadarıyla bahçesinde büyük bir havuz ve havuzun içinde de iki tane çok büyük yayın balığı vardı. Deniz kıyısında, işlek olan pazaryerinin yanındaki bu çay bahçesi oldukça iyi çalışıyor müşterisi eksik olmuyordu. Özellikle Yalova’nın pazarı olduğu Cumartesi günlerindeki canlılık anlatılacak gibi değildi. Ekonomik olarak oldukça verimli bir işletme olan bu çay bahçesinin kaderi de diğer iki dükkân gibi olmaya mahkumdu sanki. Ali Efendi’nin doğulu olan ortağı bir gün kan davalı hısımları tarafından cinayete kurban gitmiş ve vefat eden ortağının mirasçıları Yalova’ya gelip işletmeye günümüz jargonuyla resmen çökmüşler ve Ali Efendi’yi korkutarak ortaklıktan feragat ettirmişlerdi.
Çay bahçesi elinden alınan Ali Efendi Yalova’nın sahildeki o zamanlar en ünlü çay bahçesi olan Bekir Çay bahçesinde garsonluğa başlar ve ailesini geçindirmeye çalışır. Meydan’dan almış olduğu yüklü tazminat çay bahçesiyle birlikte elden avuçtan çıkmış şimdi başka bir çay bahçesinde garsonluk yapmaya başlamıştı, genel olarak pek de basiretli, dirayetli bir insan profili göstermeyen Ali Efendi çoğunlukla Zehra Hanımın denetiminde yaşamak durumunda kalmıştı. Daha memlekette yeni evlendikleri zamanda bile Ali Efendi Zehra’nın kontrolünde yaşamak durumunda kalmıştı, çünkü alemi seven bir insan olan Ali Efendi Üsküp Koçana’da polis memuruyken maaş günü eğer ki Zehra Hanım karakola gelip de maaşı elden almazsa geçmiş olsun, maaşı aldığı gibi alemlere akan Ali Efendi daha o gün maaşı harcıyordu. O yüzden her daim Zehra Hanımın denetiminde bir hayat sürmek durumunda kalmıştı, boş bırakmaya gelmiyor başını her an belaya sokabiliyordu, adeta bir çocuk gibi kontrol edilmesi gerekiyordu.
Denetimsiz kaldığı bir gün, ya korkutularak ya da alemlere aktığı bir zamanda yüklü bir borç senedine imza atmak durumunda kalır Ali Efendi. Bu durumu da kimseye söylemez kendi başına halletmeye çalışır ancak senedin günü gelip de senet ödenemeyip alacaklılar haciz işlemleri başlatınca bir gün kimsenin haberi yokken eve haciz gelir ve oturdukları, bin bir zorlukla yapmayı başardıkları, başlarını sokacakları, tren vagonu gibi dahi olsa güvenle barınabilecekleri evleri icradan satışa çıkar. Yapacak bir şey, engel olunacak bir imkan kalmaz ve 1955 yılında Yugoslavya’dan göçtüklerinde ki hallerine, en başa yine sıfır noktasına geri dönerler.
Ev satılmış ve ansızın kendilerini sokakta bulmuşlardı. Evin büyük oğlu İsmail evlenmiş yuvadan ayrılmıştı, sonraki büyük oğlan İbrahim Van’da asker, Seycan Askeri okulda, Kızlardan büyük olan İsmet evlenmiş, evde denetimsiz bir iş yapamayan Ali Efendi, Zehra’nın annesi ve iki küçük kız ve çocuk yaştaki Mehmet kalmış, bütün sorumluluk yine II.Dünya Savaşında köyü basmaya gelen Alman askerlerinden yiyeceklerini saklamak için çocuk haliyle günlerce ormanda,dağda saklanmak durumunda kalan Zehra’ya kalmıştı.
İlmek ilmek dokunup, yağlı boyacılık, simit, fındık, dondurma, salep satıcılığı, garsonluk, Amerikalıların evlerinde temizlik, ütü, çocuk bakma vb. gibi minik minik paralarla sahip olunan evcezleri bir senet yüzünden ellerinden kayıp gitmiş ve tekrardan oyun sil baştan yeniden başlamıştı. İlk olarak hemen bir kiralık ev bakılmış ve 1972 yılında Zambak Sokak’da dört katlı bir evin üçüncü katında bir yer bulmuşlardı. Gül Sokak’daki tren misali ev kadar nedense bu evde de benim hatıralarım oldukça fazlaydı. Bir kere ev çok kalabalıktı ve benim için cazibeli olan kısımda buydu. Gül Sokak’daki ev bizim eve neredeyse bitişik haldeydi ve ben her sabah oradaydım. Şimdi ki ev bayağı ve bir çocuk olarak bana çok uzak olsa da benim için bir şey fark etmiyor ve ben yine her sabah kahvaltıdan itibaren Zambak Sokak’taki kalabalık evdeydim. Çünkü benim için sevgiyle dolu kalabalık evde olmaktan daha mutluluk veren bir şey yoktu. Oldum olası kalabalık, neşeli, temaşalı ortamları sevmişimdir.
Bizim evde ise, babam Zahir Zümrüt zaten meydan dediğimiz yerde vardiyalı çalışıyor sabah 04.00 de gidip akşam geliyor, annem ise hasta olan abimle uğraşmaktan, Amerikalı evlerde çocuk bakmaktan, ev işi, ütü çamaşır, vb. yapmaktan bitap düşmüş uyuyor ve ben tek başına evde kahvaltı yapıyordum. Olacak iş değildi ve hemen soluğu Zehra hanımın, ananemin evinde alıyordum.
Eve bir varıyorum ki aman Allah’ım sofrada resmen on kişi var nasıl bir telaş, nasıl bir ortam zannedersiniz ki Sicilya’da İtalyan ailesinin Şükran yemeği. Ananem yine lor ile yumurtadan yapmış olduğu kalabalık aileyi doyurmanın peşinde, bende hemen masanın bir tarafına monte olmuşum ve o mutlu kalabalığın içinde eriyip gitmişim. Hele ki birde hafta sonuysa deymesin di keyfime. Deniz Harp Okulunda okuyan dayım Seycan evci çıkmış o da gelmiş ev tam tekmil eksiksiz kahvaltıda. İbrahim dayım askerden dönmüş ve hemen nişanlanmış Güner yengem de kahvaltıda, çayın biri dolmadan biri boşalıyor masadaki hareketliliği takip etmenin mümkünatı yok. Tabii ki bu ortam bir çocuk olarak benim için bulunmaz bir ortamdı, benim için bu ortam ne kadar neşeliyse bu kadar kalabalığı doyurmak, ailenin geçimini idame etmek Ali Efendi, Dedem içinde bir o kadar zordu.
Ali Efendi sermayeyi ve çay bahçesini elinden kaybetmiş ve şimdi mecburen eski günlerde ki Akhisar’da tatlı, dondurma sattığı gibi seyyar bir arabada, daha doğrusu eski bir bebek arabasına monte edilmiş lahmacun sandığında Pazar yerinde, iskelede lahmacun satmaya başlamıştı. Satabildiği lahmacunları satar satamadığı elinde kalanları da biz evde fırında ısıtıp akşam ya da sabah kahvaltıda yerdik. Tekrardan Isıtılıp yenen lahmacunu çayla birlikte yemenin tadını hala damağımda tatlı bir anı olarak yüreğimde hissederim.
Ali Efendi dediğim gibi naif bir insan, kelebek gibi sakin ama bir o kadar da denetimsiz iş yapamayacak bir fıtrata sahipti. Satışa gittiği zaman ananem onu mecburen takibe alır, lahmacun sandığının sahipsiz bir şekilde kahvenin kenarında bırakılmasına mani olurdu. Yapmış olduğu satıştan elde edilen geliri ananem hemen elinden alır çünkü akşam eve gelmeden kahvede bir iki tek atar ve o gün kazandığı parayı da kahvede harcardı. Ali Efendi’ye içkiyi bıraktırmasında ananemin inanılmaz mücadelesi olmuştur, içkiyi bırakıncaya kadar akşamları pek nadir elinde parayla gelirdi. Ama öyle ince, öyle sevgi dolu bir adamdı ki istediği kadar alkollü olsun, istediği kadar elinde bir kuruş kalmasın ne yapar eder, nasıl yapar bilemezdim ama akşam eve gelirken mutlaka parlak jelatinli Nestle Parmak çikolatayı cebinde getirir ve o zaman evde olan küçük kızçeleri Gürcan ve Bircan zaten her daim orda olan ben ilk torun, o parlak jelatinli Parmak çikolatayı yemeden yatmazdık.
Ali Efendi sabahları çok erken kalkmaz, Zehra Hanımın hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra koltukta oturur keyif çayını yudumlar, subay çıkmış Seycan’ın temin ettiği Silahlı Kuvvetler sigarasını keyifle tüttürür ve sonra büyük bir ritüelle lahmacun sandığını arabaya yükler, Zehra Hanımın özenle boyadığı ayakkabılarını giyer öğlene doğru 11 gibi, Şener Şen’in müthiş bir oyunculuğu ile oynadığı ‘’Züğürt Ağa’’ filminde ki son sahnede Ağa’lığın getirmiş olduğu tüm ağırlıkları atıp da elinde ki çiğ köfte tepsisiyle keyifle satışa gittiği sahnedeki gibi satış yapmak üzere fırına giderdi. Lahmacun satarken herhangi bir komplekse girmez, yaptığı işi layıkıyla yapmaya çalışır ve yaptığı işe saygıyla kutsiyet katarak severek yapardı.
Yalova’da satış yaptığı beklediği yerler hemen, hemen sabit gibiydi, ya Pazar yerinde, ya iskelede ya da Kör Ali’nin kahvesinin önünde beklerdi. Çocukken, eğer ki satış yaptığı yerden geçersek mutlaka yanına uğrardık, beni gördüğünde sevinir ve ‘’erkek’im hoş geldin ‘’ diye her zamanki sevgi repliği sever hemen sandığı açar, buhar çıkan sandıktan bir lahmacun çıkarır içine domates kesip tuzladıktan sonra kağıda sarar ve bana uzatırdı. Eğer ki yanına uğradığımızda yanımızda bir arkadaş daha varsa aynı özeni ona da gösterir ve bir lahmacun da ona sarar ve ikram ederdi. Ali Efendi hayata veda etmeden önce de şimdiki Pazar yerinde aynı şekilde lahmacun değil ama simit satardı. Şimdi iskeleden inip eve doğru giderken mecburen aynı noktadan geçerken sanki Dedem Ali Efendi orada gülen gözleriyle ‘’ erkek’im hoş geldin’’ diyecekmiş gibi gelir ve insanı bir nebze de olsa hüzün basar.
Her zaman kaçıp, kaçıp Zambak Sokak’a gidince ananemde bana ‘’ ne ikide bir geliyorsun, evinde yapsana kahvaltını Kara Boşnak ‘’ deyip kızdırırmış, bende ona cevaben ‘’ bizim evde bitane bardak,bitane kaşık, bitane tabak var, sizde bir sürü kaşık,tabak,bardak var, gelin abla burada, Kocaanne burada…’’ diyip hemen biraz ötede onu güya kızdırıyormuş gibi ‘’ Kala,kala Boşnak..’’ dermişim ve en son rahmetli olmasına yakın zamanda ve bayağıda ilerleyen hafıza kaybına rağmen beni gördüğünde ilk anlattığı hatırası bu olmuştu. Kara Boşnak tanımlaması da büyük kızı İsmet’le evlenen pek de azettiği söylenemez olan babam Zahir Zümrüt’tü. Evet gerçekten Zehra’nın tüm duyguları ortadaydı. Sevdiğini sever sevmediğini de sevmez ve bunu açıklamaktan da imtina etmezdi. Zahir Zümrüt ile çok iyi geçinmesine rağmen nedense ona gıcık !!! olurdu hele, hele kızını Yalova’dan İzmir’e taşındırdığında bu gıcıklığı kat ve kat artmıştı. Aslında ikisi de aynı kutupta olduğundan bu zıtlaşmaları kaçınılmazdı. Zehra’nın bazı atraksiyonlarına Zahir Zümrüt’ün verdiği tepkiler farklı olurdu, Zehra Hanım emir komutasına alamadığı Zahir Zümrüt’e bu nedenle birazcık farklı bakardı. Ama ikisi de rahmetli oluncaya kadar çok iyi geçinmişlerdi. Damadı olarak değil bir oğlu olarak davrandı, Zahir Zümrüt’ün hastalığı zamanlardaki özverili davranışı, devamlı yanında oluşu, ona bakması hakkı ödenemez bir haldi.
Zambak Sokak bizim eve her ne kadar uzak da olsa ben yine soluğu orada alıyordum. Tamam ev temaşa içerisinde, neşeli heyecanlı geçiyordu benim için ama, dediğim gibi askerden dönen ve nişanlanan İbrahim ve subay çıkmış Seycan’ın nişan düğün olaylarını düşününce Ali Efendi ve Zehra Hanımın neler düşündüğünü, nasıl ekonomik sıkıntılar yaşadığını ben algılayacak yaşta değildim, benim için asıl olan evdeki kalabalık ortamın yarattığı mutluluktu, o yaşta o sıkıntıları problem yapmayacak kadar olgunlaşmıştım hani…
Evdeki şenlik, kalabalığın vermiş olduğu mutluluk ortamının benzerini İzmir’e gittiğimizde Şükrü dayımlarda Gülbeyaz yengemlerde de yaşıyordum. Çocukken gittiğimiz İzmir’de genelde amcamlarda kalırdık, ancak amcam Hamit Zümrüt ve Meryem yengem fabrikada çalışıyorlar evde bir tek Hayriye Ablam kalırdı, akşamları da genelde evde anlamadığım Boşnakça konuşulurdu, pek doğaldır ki kalabalık ortamı seven biri olarak bu ortam beni ziyadesiyle sıkıyordu. Ama Şükrü dayımların evi öylemiydi ya, ev İzmir’e ilk göçtükleri zamanki gibi hiç değişmemiş, hani derler ya ev 2+1, bu ev yalnızca ve yalnızca 2,artısı yok, eksisi vardı. Ama ev tam benim hayal ettiğim gibi kalabalık ve sevginin dışa rahatça vurulduğu bir ortamdı. Şükrü Dayım memlekette Üsküp Koçana’da Almanların İstibanya’dan esir olarak getirdiği ve süngülerle şehit edilen Şaban’ın oğlu ve İbrahim’in kardeşiydi.
Almanların sıraya dizdiği ve süngülerle delik deşik edip çukura atarak öldürecekleri Türkler arasında Şükrü ve oğlu İbrahim’de vardı. Çocuk olmasının sebebiyle korkar ve babası Şaban’a ‘’Babacım n’olur beni kurtar !!! ‘’ diye yalvarır, ancak İbrahim gibi kendiside ölüm infaz timinin süngülerinin önünde ve sıradadır, elinden bir şey gelmemenin çaresizliği ile ‘’ evladım n’apayım, bak sıra bana da geliyor ‘’ diyerek birkaç dakika sonra oğluyla birlikte ölecek olan bir kişinin çaresizliği içinde bir kez daha çaresizlikten, kahrından ölür. Bu ölüm infaz timinin sıraya dizdiği ve büyük bir itinayla acele etmeksizin büyük bir soğukkanlılıkla süngülerle Türkleri öldüren Nazilerin hemen önünde biri daha ölümü beklemektedir. Zehra’nın abisi Ramadan, Schindler'in Listesi filminde temerkuz kampında Nazi Subayının elindeki tabancayla önüne gelenin başına mermi sıkarak infaz ettiği ancak birinin infazı sırasında silahının defalarca tutukluk yapıp infazdan vazgeçen Nazi’nin çekip gitmesi ve o kişinin kurtulmasına benzer bir olay yaşanır ve ölümü bekleyen Ramadan’a bir kadın polis yardım eder ve tarlaya doğru kaçması için müsaade eder ve Ramadan süngülerle delik deşik olup kuyuya atılmaktan son anda kaçarak kurtulur.
İnfaz, ölüm mangasının süngü darbeleri Türklerin göğsüne, bağrına neresine denk gelirse orasına batıran Nazi askerleri Şaban’ın göğsüne batırdığı süngüler ceketinin iç cebindeki cüzdana denk gelir ve öldürücü yara almasını engeller ama şehit edilen diğerleri ile birlikte kuyulara atılır. Öldürücü darbe almayan Şaban aslında daha ölmemiş nefes alıyor ve hayattayken canlı canlı kuyulara atılır. Naziler kuyulara atılan Türkler ve diğer Müslüman guruplara ait toplu mezara uzun zaman insanların, şehit yakınlarının yaklaşmasını, ölülerini alıp itikadına uygun bir biçimde defnetmesini engeller ve beklide yaralı olarak kurtulabilecekken Şaban ve onun durumundakiler ne yazık ki canlı canlı gömüldükleri kuyularda son nefesini vererek şehit olurlar.
Kocası ve oğlu bu şekilde şehit edilen Zehra’nın ablası Ayşe’nin oğlu Şükrü dayım, dayım diyorum aslında annemin teyzesinin oğluydu ama akrabalık ilişkilerinin cana yakınlığı nedeniyle ana tarafında erkek olan akrabalar ‘’dayı ‘’ kadın olanlar ise bizim için her zaman ‘’teyze’’ydi. Kaçıncı kuşak olmasının ise hiç bir önemi yoktu.
Amcamlarda doğal olarak sıkılan ben hemen soluğu Şükrü dayımlarda alırdım, hatta kimseye haber vermeden kaçardım. Nasıl kaçmayım ki, evde Erdinç, Ercan abim, Nurcan, Ferdane Ablam vardı, Gülbeyaz yengemin işporet yani göçmen sobası da denen kuzinede yaptığı nefis yemeklerin, samsa yemeğinin, daha doğrusu göstermiş oldukları karşılıksız sevginin tadına doyamazdınız. Erdinç abimin hamsi nasıl yenir diye gösterirken tepsideki hamsilerin çoğunu yemesi, Ercan abiyle Mersinli Kocakıran yazlık sinemasında sıcak yaz günlerinde sinemaya gitmenin keyfine diyecek yoktu. Şükrü dayım özenle büyüttüğü bıyıklarını ben istemiyorum diye kesmesi unutulacak türden anılar değildi. Ama bu tatlı minik firarların bir bedeli mutlaka olacaktı. Zahir Zümrüt’ten iyi bir dayak yediğimi hatırlıyorum bu kimseye haber vermeden yaptığım kaçamaklar yüzünden…
Bir doğum mu oldu. Artık o bebeğin sorumluluğu Zehra hanımdaydı Göbeğinin kesilmesinden, tuza batırılıp yıkanmasından tutunda her şey, o varsa her şey güvende gibiydi. Daha çocuk doğmadan her türlü giyeceği, çarşafı battaniyesi artık ne gerekliyse evdeki Omega dikiş makinasıyla dikilir ve hazırlanırdı. Lahusa şerbetinin yapılmasından, gelen giden tüm misafirlerin ağırlanmasından o sorumluydu. Elinin değmediği, kırkını çıkartmadığı torunu yok gibiydi. Hemen hemen her torununu özel bir hitap şekliyle anar ve telefonla konuşurken o özel hitap şekliyle konuşurdu.
Cenaze mi var. O yıllarda cenaze yıkama gibi şeyler evin büyükleri tarafından icra edilir ve uygunsa bu tip işleri yine o yapardı. Cenazenin yıkanması, kefenlenmesi ve en son mezarlığa kadar ki tüm evreler onun denetiminden geçerdi.
Mevlit mi var tabii ki ön planda yine o vardı. Kazanlarla yemek yapmaktan tutunda kesilen kurbanın en ince detayına kadar parçalanması ve yemek haline gelmesi onun denetiminde ve nezaretinde hayat bulurdu. Yapılacak aşureden çorbaya kadar her şeyi en ince detayına kadar planlardı.
Torunlarını yanına alıp gezdirmeyi sever, onları gittiği her yere götürürdü. Ancak onunla bir yere misafirliğe gitmek aslında çok da tercih edilecek bir durum değildi. Çünkü misafirlikte O’nun göz ve ses mesafesinden çıkmaman, onun vereceği direktifleri yüz mimiklerinden anlamanız gerekirdi. Ev sahibi yiyecek bir şey ikram ettiğinde çocuksu bir halle hemen isterim diye bir seçeneğiniz olamazdı. Onun gözlerine bakıp icazet almanız gerekirdi. Eğer ki olumlu bir işaret verirse ev sahibinin iştah açıcı ikramından faydalanabilirdiniz ki aksi durumu düşünemezsiniz bile. Gidilen misafirlik eğer ki yatılı bir halde ise akşam yemeğinde ki menü onun kontrolünden geçer ve karpuz gibi sulu sepelek şeyler varsa, gece herhangi bir kazaya mahal vermemek minik çaplı bir yüz kızartıcı durumla karşılaşmamak için onun bakışlarıyla masaya konan karpuzdan yiyemezdiniz.
Torunlarını gezdirmeyi sever demiştik, 1978 yılında küçük oğlu Mehmet Kayseri Hava İndirme Tugayında askerliğini yaparken onu ziyarete giderlerken beni de yanına almıştı. Yalova’dan Arabalı Vapurla Kartal’a oradan da banliyö treniyle Haydarpaşa Gar’ına gitmiş ve hayatımın en keyifli ancak en uzun tren yolculuğunu yapmıştım. Zehra Hanım, İbrahim Dayım ve eşi Güner yengem ve Gürcan teyzem’den müteşekkil ziyaret heyeti ile acele etmeden yavaş yavaş sanki günlerce süren bir tren yolculuğu yapmıştık. Kayseri İç Kale bölgesinde Kent Otel’inde kalmış ve Mehmet Sevinçler’i ziyaret etmiştik. O tren yolculuğunu unutmak mümkün değildi, bu unutulmaz yolculuğun tekrarını yapacak kadar dermanımız kalmamış ki dönüşü otobüsle yapmış ve çok kısa sürede İstanbul’a dönmüş ve sabaha kadar çalışan Kartal-Yalova arabalı vapur ile sabah karşı Yalova’ya varmıştık.
Torunları gezdirmeyi mi yalnızca severdi asla kendiside bir gezgin misali hiç üşenmez, yaşının getirdiği fiziksel yetersizlikler onu hiçbir seyahatten alı koyamazdı. İzmir Fuarının fuar olduğu zamanlarda mutlaka her Fuar sezonu mutlaka İzmir’e gider mutlaka Fuardaki yabancı ülkelerin pavyon dediğimiz ülkelerin açmış olduğu tanıtım stantlarını tek tek gezer, dağıtılan broşürleri okuması yazması olmasa da toplardı.
Bilinen herhangi bir tiyatro eğitimi yoktu. Ancak değme tiyatroculara taş çıkartır hele ki drama dalında alamayacağı ödül, yapamayacağı rol yok gibiydi. Denetiminden biraz uzaklaşıp bir yaz günü, hele de bayram günü ve onun yamacında değilseniz rolün kıralına maruz kalırdınız ki, ‘’ ben ne acaip insanım ki, anamı bırakıp bir iki gün tatile gittim, Aman Allahım ben bu vicdansızlığı nasıl yaptım ‘’diye kendinizi yiyip bitirmenize neden olabilir bu yapmış olduğu tiyatrodaki perfonmansıyla. Bu perfonmansın rol olup olmadığını telefonun karşısındaysanız anlamanızın mümkünatı yoktur, gerçi her önemli günde drama rolünün tekrarı olsa da yinede acaba mı diyip etkilenmemenizin imkanı yok gibiydi. Telefonda siz arayıp hal hatır sorduğunuzda bir Zehra çıkar ki karşınıza daha beş dakika önce şen şakrak muhabbet ederken nasıl oluyor da o role bürünüyor anlaşılır şey değildi. Telefonda hemen sesi değişir, yüksek tansiyon, kalp, nabız, şeker, daha aklımıza ne kadar alengirli semptomlar varsa ardı ardına dizelenir ve siz tatil yaptığınız yerde elinizde çay, kahve, tatlı ne varsa artık yere atıp duyduğunuz vicdan azabını giderebilmek için ilk ulaşım aracıyla yanına gitme isteği duyardınız. Telefon kapandıktan sonra evdeki misafirle kaldığı yerden o tatlı muhabbete devam eder ve gelen misafir ne de tatlı, şirin bir ihtiyar, pamuk gibi maşallah dediklerini duyar gibi olurdunuz…
Nedense o kuşağın belirgin, ortak bir özelliğidir bu davranışları. Kendi gençliklerinde, kendi zamanlarında istedikleri gibi yaşamışlar, istedikleri yere gitmişler, bayram seyran ve dair diğer konularda gönüllerine göre davranmışlar ancak durum kendi çocuklarına geldiği zaman her şey unutulmuş, empatiden uzak yaşlılık bencilliği, hafiften yaşlılık terörü başlar olmuş.
Bu tip davranışlara sürükleyen olaylar her ne kadar sosyolojinin/psikolojinin bir konusu olsa da bir iki satır kendi yorumlarımı yazmazsam olmaz.
Eski mutlu, kalabalık günleri bayramları özleyen eski kuşağı bir nebze anlamak lazım ancak değişen koşullar karşısında yapacak bir şeyde kalmıyor. Eskinin dar kapsamlı mahalle kültüründe hemen hemen herkes aynı ortamda yaşar, en fazla bir iki ev ötede ya da beride oturulur, tüm akrabalar, tanıdıklar ses mesafesinde neredeyse yaşarlardı. Mahallede yaşanan her türlü insani olay herkesin gözü önünde yaşanır, mahalleli dayanışmasının en güzel örnekleri bu dar kapsamlı mahallelerde görülürdü.
O yıllarda genellikle kadınlar evde, erkekler ise kendi işinde, esnaf, vb. gibi işlerde çalışır memur gibi devlet teşekkülünde çalışanların oranı bir hayli azdı. Yıllık izin gibi kavramlar, yaz tatili gibi anlayış daha yerleşmemişti. Zaten Yalova gibi bir yerde yaz tatiline gitmeye gerek yoktu ki, o yıllarda neredeyse bir tatil beldesiydi. Özellikle Bursa, Eskişehir, Ankaralı orta sınıfın, teveccüh ettiği şirin bir sayfiye kasabasıydı Yalova. İstanbul’da yaşayıp da Yalova’da sahil sitelerinde bir küçük dairesi olmayan yok gibiydi. Coğrafi konumu ve büyük şehirlere yakınlığı, temiz denizi ve doğasıyla ilk tercih edilen yerlerden biriydi Yalova. İstanbul’da yaşayan aileler yaz geldi mi Yalova’dan Karamürsel istikametinde yapılmış onlarca sahil evlerindeki yazlıklarına gelirler ve okullar açılıncaya kadar burada yazı geçirirlerdi. Evin beyi Cuma akşamı Kabataş’dan Yalova’ya her gün seferi olan deniz işletmelerine ait vapurla Yalova’ya gelir pazartesi sabahı 06.00’da ki vapurla Kabataş’a döner ve işine giderdi. Bu yakınlık ve kolaylık Yalova’nın yazlık olarak tercih edilmesindeki en etkili faktördü.
Yalova, Çınarcık, Çiftlikköy ve ötesindeki Başkent 1-2-3-4, Aydın1-2-3-4, Ceylankent, Elmakent, Tuncalp Sahil evleri vb. gibi bu bölgedeki yaşantı günümüzün Bodrum, Kuşadası tatil yörelerini aratmayan bir haldeydi. Denizin tertemiz, doğasının kirletilmemiş olmasından dolayı bu bölgeler gerçekten yaşanası, tercih edilesi yerlerdi. Çınarcık, Yalova eğlence dünyasının duraklarından biriydi, Erol Büyükburç, Barış Manço ve dönemin ünlü sanatçıları sahil gazinolarında sahne alır yaz gecelerinin eşsiz doyumsuz bir tat bırakarak yaşanmasına neden olurlardı.
Yalova’dan Çınarcık istikametine doğru, uzun kumsallara sahip devlete ait, kamu çalışanları için oldukça mutevazı kamplar vardı, hatırladığım kadarıyla Ziraii Donatım, bankalar vb. gibi yaz kampları yan yana sıralanmıştı. Orta sınıf memurlar için bulunmaz bir fırsattı, lüks tatil anlayışından çok uzak, çatısının sazlarla kapatılmış çay bahçeleri ve yemeklerin yendiği 70’li yılların Yeşilçam filmlerinin sıcaklığındaki mekanlar da çoluk çocuk kendilerine ayrılmış bir haftalık sürenin yaz mevsiminin tadını çıkarıyorlardı. Çocuklar bütün gün denizde eğlenirken, görece yaşlılar o sazdan yapılmış çardakların altında iş arkadaşlarıyla tavla, okey oynarlarken kadınlar ise örgü örüp muhabetin ve dedikodunun belini kırıyor devletinin kendilerine sağlamış olduğu uygun mütevazı tatilin tadına varıyorlardı. Bizde bu uzaktan özendiğimiz kamplara sahilden yüzerek kaçak girip o neşeli çocukların arasında kaynayıp gidiyorduk.
Geçen yıllar içerisinde aslında neleri kaybettiğimizi çok iyi anlar olduk, o yıllar denizinden tutunda doğasına kadar her yer tertemizmiş, denize Karamürsel’e kadar olan her yerde girilir, denizin de türlü, türlü balıkların yaşadığı ve tutulduğu günlerdi. Özellikle Yalova açıklarında sandallarla tutulan taze balıklar sandallarla Postane ve ünlü Toprak Dede Hayrettin Karaca’nın evinin arasındaki Köprü altına getirilir ve üç kuruş paraya insanlara satılırdı. İstavrit en çok çıkan balık olmasının yanında Marmara’da yüzlerce tür balık yaşardı. Marmara Adası civarında Kılıç Balığı avcılığı yapılırdı. Kılıç Balığı filmlere konu olmuş Tarık Akan, Hale Soygazi, Halit Akçatepe ve Orçun Sonat’ın başrollerde oynadığı 1974 yılı yapımı ‘’Kanlı Deniz’’ filminde filmin temasını Marmara Adası civarında avlanan Kılıç Balığı oluşturmuştu.
Yalova’dan Kabataş’a giden özellikle Bahçe Sınıfı vapurlar; Paşabahçe, Dolmabahçe ve Fenerbahçe vapurları Kent kültürünün en önemli unsurlarıydı. Her sabah İstanbul’a Adalar’ı da dahil eden bu vapurlar sırasıyla Heybeliada, Büyükada sonrasında da Kabataş’a ulaşırdı. Bu muhteşem yolculuk o yıllar için fark edemediğimiz efsane bir yaşam ve kent zenginliğimizmiş kaybedince anladık. Sabahın ilk vapurunda hemen, hemen herkes birbirini tanır, sabah simidini alan üst kattaki çay salonunda gazetesini okur, çayını simit eşliğinde içerdi. O eski Türkiye’nin zenginliği ölçülebilir şey değildi bugüne göre kıyaslayınca. İstanbul’da çalışanlar olduğu kadar eğitim içinde her gün bu yolculuğu yapanları düşününce bu yolculuğu şuan yapmanın ne kadar zor ve pahalı olduğunu düşünmeden yapamıyor insan.
İstanbul’un beslenmesi de Yalova ve Bursa’nın verimli bahçelerinde üretilen sebze ve meyvelerin yadsınamayacak kadar faydası vardı. Yalova Elması’nın marka değeri varken şu an, Güney Amerika’dan, Şili’den elmanın gelmesi yaşadığımız bu yok oluşun en belirgin örneğini temsil etmektedir. Sabah kalkan vapurlara yüzlerce kasa, meyve ve sebze yüklenir ve Adalar’a, İstanbul’a gönderilirdi. Çocuk halimizle cebimizdeki üç beş kuruş parayla bu vapurlara biner Adalar turu yapar ve akşam son vapurla Yalova’ya dönerdik. Eski Türkiye işte böyle yaşanası, zenginliği olan bir yermiş.
Geçmiş günlerin güzelliklerini anlatınca klasik manada bir melankoli içeren geçmişe özlem ile anmıyoruz o günleri, gerçekten çok ama çok güzel günlermiş ve bizler bunun farkına varamadan o güzelim yıllar geçerken denizini, doğasını katleden bir anlayışın hüküm sürdüğünden habersiz o güzelim yılların son safhasına yetişmişiz.
Allah’ın lütfu bir iç denizimiz olan Marmara’yı yaşanmaz hale getirmek için 1950’den itibaren taşı toprağı altın denilerek İstanbul’a ucuz işçi gücü sağlamak için, iç göç teşvik edilmiş, tüm ağır sanayi Marmara’da özellikle Körfez kısmına yoğunlaştırılmış, tüm kıyılar sanayinin, sermayenin yok edici oyun alanına çevrilmiş, tüm kıyıları fabrikalarla işgal edilmiş tüm bu tesislerin zehirli atıkları denize akıtılırken, kıyılardaki verimli araziler yok edilmiş, verimli alanlarına vahşi yapılaşma ile işgaller yaşanırken, dünyanın kendi topraklarından, memleketlerinden uzaklaştırdığı gemi söküm alanları bizim kıyılarımıza musallat olmuş, denizlerimizi ve topraklarımızı el birliği ile taammüden itlaf etmişiz. ( tabii ki, bu itlaf ekibinde etkin olarak yer almayan vatandaşlar yaşadıkları hayal gibi ortamların ilelebet süreceğini, yaşadıkları ortamın doğallığı içerisinde hep böyle olacağını zannediyorlardı, yani işin doğalını yaşadıkları halüsinasyonuna kapıldıklarından çok kısa süre sonra bu halüsinasyondan uyanacaklarını hayal bile edemiyorlar ve 16.yy. Osmanlı Divan Edebiyatının ünlü şairlerinden Selanik in kuzey doğusu’ndaki Vardar Yenice’de dünyaya geldiği bilinen Hayâlî (?- 1557-Edirne)’nin meşhur “Bilmezler” redifli gazelindeki bir dizesinde ; ‘’O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler ‘’(O balıklar ki denizin içindedir denizi bilmezler ) yazıldığı gibi denizin içinde yaşayan ama denizin kıymetini bilmeyen balıklar gibi yaşadıkları cennet misali coğrafyanın kıymetini bilmeden yaşıyorlardı. Kıymetini nasıl mı anladılar ?;
‘’Balık denizi hatırlamaz, sadece yaşar. Ne zaman hatırlamak zorunda kalır? Artık eskisi gibi yaşayamadığında... Sular ya kirlenmiştir ya da çekilmeye başlamıştır ‘’anonim sözünde anlatılanlar gibi yaşayarak ama iş işten geçmiş yaşadıkları cennet misali coğrafya artık yavaş, yavaş değil çok hızlı bir biçimde değişime, yok olmaya doğru evrilmişti artık. Zaten bunun yansımasını, bölgede tarım alanlarının yok edilerek gevşek zeminli yerlere yapılan çarpık kentleşme ile yaşanan depremlerdeki can kayıplarının fazlalığından, yok olan tarım alanlarından, denizdeki organik yaşamanın yavaş, yavaş sönümlenmesinden, misülaj gibi olayların yakın zamanda yaşanmasından çok acı olarak yaşayarak anladılar. Bu çok hızlı dönüşümün getireceği çevresel ve sosyal yıkımı 1950’li yıllrda ön görenlerde olmuş ve dönemin İktidarına, tüm sanayi körfeze yoğunlaştı 50 yıl sonra bu hızla kirlenme devam ederse Marmara biter ikazı yapıldığında, ülkeye denizin değil sermayenin ihtiyaç olduğu mealinde söylemlerle bu gelecek için kaygı duyan insanlara duyarsızca karşılık verilmişti. Ne acı bir tablo, kazanılan paralarla acaba şimdi yok olmuş doğa, deniz, atmosfer geri gelebilir mi ? Dilovası’nın kirletilmiş havası ile kanserlerden ölen insanlarımız geri gelebilir mi ? Marmara’da yüzlerce yok olmuş deniz canlıları, balıkları geri gelebilir mi ?...
Sanayileşen büyüyen şehirler ve akabinde sağlıksız, çarpık kentleşme sosyolojik olarak insan davranışlarını da değiştirdi. Doğasının ve denizinin temizliği Marmara bölgesini cazibeli bir yaşam alanına çevirmişti. Yalova, Çınarcık, Çiftlikköy, Değirmendere, Gemlik, Mudanya gibi sahil Kasabaları’nın yanında İstanbul’un hemen, hemen her yerinde denize girilirken, Kartal, Tuzla, Pendik gibi sayfiye kasabaları İstanbul’un tatil yerleri olurken, sanat ve gösteri dünyasının tercihleri ise Silivri olurdu. Şarköy, Erdek, Avşa, Marmara Adası, Türkiye’nin tatil anlayışını yaşadığı yerlerdi. İstanbul’a en uzak tatil yeri en fazla Akçakoca’ydı. Yaz mevsiminde kolay ulaşım nedeniyle buralar tercih edilirken, Bodrum, Marmaris, Fethiye, Kuşadası gibi yerlerin yalnızca adı biliniyordu. Bir bilemedin iki saatlik vapur yolculuğu ile yazlıklarına gidebilenler suyu olmayan, kıraç kayalıklarla çevrili,birkaç süngerci ve balıkçının yaşadığı yolu yordamı olmayan 10-15 saatlik Bodrum’a,Marmaris’e, Fethiye’ye neden gitsinler ki ?.
Ancak çarpık, kontrolsüz sanayileşme ve arsız rant anlayışıyla aşırı betonlaşan kentler, atalardan emanet kalan cennet vatanın her biri inci tanesi gibi narin yerlerini,büyük bir hoyratlıkla yok ederken kirlenen deniz ve doğa, önce İstanbul kıyılarını,sonra Silivri, Şarköy güneye doğru Yalova ve civarını, yavaş yavaş Erdek derken tüm Marmara civarını öyle bir hale soktu ki denize girilebilecek temiz bir sahil neredeyse yok denecek kadar azaldı..
Daha önce İstanbul’a yakın olan bu sayfiye yerlerinin elden çıkmasıyla İstanbul’un hoyrat tüketicileri gözlerini daha güneyde Ayvalık, Dikili, Foça İzmir Kuşadası’na dikmiş ve kısa sürede Marmara’nın başına gelenler buralarda da yaşandı ve son kale İyice güneyde kalan Bodrum, Marmaris, Fethiye derken ver elini Antalya ve Mersin bu hoyratlığa yenik düştü ve bu doymak bilmez hoyratlık kirletmedik, yok etmedik doğa, yakılmadık orman, işgale uğramayan tarla bırakmazken, sökülmedik zeytinlik ve turunç bahçesi de bırakmadı.
Neticede eskiden bir vapurla ya da birkaç saatlik araba yolculuğu ile bu sayfiye yerlerine yapılabilen seyahat bu yok oluş hikâyesiyle ne yazık ki saatlerce mesafedeki Güney yerlerine kaydı, gitmek ayrı gelmek ayrı bir zorluk yaşatırken gidilen yerlerinde gün ve gün yok olduğunu elden çıktığını görmek de ne yazık ki apayrı bir trajedi konusu olmakta...
Neyse…
İşte Yalova böyle küçük şirin bir kasabaydı, o yüzden bayram gibi özel günlerde herkes aynı mahalde yaşadığından herkes bayramı birlikte idrak ederdi. Ancak dediğimiz gibi kentlerin büyümesi, çocukların büyüyüp iş güç sahibi olması, başka kentlerde iş bulması, tayin özelliği olan meslekleri seçmeleri gibi sebeplerle artık eskisi gibi Bayramlarda hep beraber olmanın zorlukları başlamıştı. Değişen kent sosyolojisi bu birlikte yaşanan güzellikleri bir nebze de olsa engeller hale gelmiş ve bu engeller yüzünden bayramlarda bir araya gelemeyenlere aile büyükleri tarafından gönül koymalara neden oluyordu. Eski günlerin nostaljik anılarını yaşayan büyükler yeni kuşakla empati kuracak ortamı olamadığından yaşanan sıkıntıları anlayamadılar. Farklı şehirlerde yaşayanlar aile büyüklerine gitmenin maddi boyutlarını karşılayacak durumunda olamadılar çoğunlukla. Bayramları eskisi gibi topluca yaşayamamanın daha birçok sebep sayılabilir, işte aklıma gelen birkaç sebebi bu şekilde sıralayabiliriz.
Bir de bu bayramda evlatların ziyarete gelememesini ajite ederek televizyonlarda reklam veren şekerleme firmaları var ki, ihtiyarları kahrından öldürecek, evlatlarına içten içe gönül koymayı bırakın vefasız olarak görmelerini sağlayacak şekilde algı yaratırlardı. Güzelce bayramlıklarını giymiş, yalnız başlarına karşılıklı oturmuş iki minnoş ihtiyar, fonda klarnetten insanın bam teline dokunacak bir harmandalı ezgisi, her çalan kapıda heyecanla kapıya koşan teyze, pencereden gelen her araba sesine bakan amcazade, ilerleyen saatlerde herhalde oğlan daha yola çıkamadı gibi içten içe kurulmalar, yağan yağmuru ağlayan gözlerle izleyen amca ve arkasında onu teselli eden minnoş teyze, daha sonra usulce penceresinin perdesini kapatıp birbirine yaşlı gözlerle bakan iki ihtiyar ve duygusal, kesik kesik bir ses tonuyla ‘’hanım yine gelmediler ‘’ diyerek birbirine sarılmalar ve reklamın sonunda arka fonda içli bir sesle ‘’ siz bu bayramda nerede olursanız olun biz burdayız’’ diyerek kristal tabaklarda ki şekerlemelerle son bulan ajitasyon dolu bir televizyon reklamı…
Tabi bu reklamı izleyen binlerce bayramzede ihtiyar minnoşlar çok doğaldır ki gelemeyen çocuklarına içten içe kurulup kendilerini terk edilmiş hissedip daha sonra telefonla arayan çocuklarına aradıklarına pişman eden bayramlaşmalar… Şimdi bayramda biraz daha fazla şeker satacağım diye niye milleti birbirine düşürüyorsunuz ki kardeşim, sor bakalım bayramda ailesine gelemeyen çocuk o bayramda nerede? Eğer ki askerse sormayın gitsin, en iyi ihtimalle nöbetçidir şansı yoksa dağda operasyondadır, polis ise görevde, sağlık personeli ise hastanede, karayolları, elektrik su kurumları, şoförler, belediye personeli yine görevde yani hemen hemen bütün aktif memurlar diğer esnaf, hizmet sektörü herkes görev başındayken bu şekerleme firması 2 tane karamelli şeker satacağım diye niye milletin günahına giriyor. Zaten bayramlardan en çok istifade eden sınıf ya bakanlıkların personeli, bankalar, adliye ve okullar, emeklilerin çalışmayanları ve kırsal kesim onun haricinde bayramlar diğer meslek gurupları için neredeyse işkence haline gelir normal mesaiden daha fazla efor gerektirir. Neyse bayramlarda aile ziyaretine gidemeyen birçok insanın… neden gidemediğin bence mantıklı açıklaması budur, kendimden biliyorum da …
Bayramlarda ailenin en büyüğü olması nedeniyle bayram yemeği çok doğaldır ki onun himayesinde gerçekleşirdi. Bayram yemeklerinin yapılması, tepsi, tepsi baklavaların yazılması onun elinden geçerdi. Her tatlıyı ayrı, ayrı yapardı. Kim neyi sever ona göre baklavaları yazardı. Kimine gırtlan (burma şeklindeki baklava), kimine normal baklava yapardı. Tepsi, tepsi Büryan, naneli kuru fasulye, hamurdan yapılan ve benimde çok sevdiğim lokum yemeği, sarımsaklı tavuk çorbası, pıraslı (pırasalı) tepsi böreği ve daha nice ismi akla gelmeyen yemekler. Bayram sabahı onun himayesinde yemekler yenir ve bayramlaşma buradan başlardı.
Bu gelenek; toplu bayram yemeği, çocukların büyümesi, kendi ailelerini kurması, sosyal çevrenin değişmesi, değişik illerde yaşamaya başlanılması, değişen bayram anlayışının egemen olması gibi etkenlerle yavaş, yavaş değişmeye yüz tutsa da çok uzun yıllar imkânlar elverdiği müddetçe katılan sayı azalsa da devam etti. Tüm yemekleri ve tatlıları kendi elleriyle yapar, yaklaşan bayram gününe sabahına yetiştirecek şekilde günlerce önceden baklavaları yazmaya başlardı.
Bayram yemeklerini beraber topluca yeme ritüeli zaman içerisinde azalsa da tüm yemekleri 80’li yaşların sonuna kadar yapmaya devam eder. Artık sağlığı eskisi gibi elvermediğinden yapılan yemeklerden zorluk derecesine göre azalmalar yaşanıyordu. Artık baklavaları kendi yazamaz olmuş. daha basit, kolay tatlılara yönelir olmuştu. İlerleyen yaşından mıdır, ya da bizlerin değişen damak tadından mıdır bilinmez 80’lı yaşların başında o efsane yemeklerin nefasetinde bir nebze değişmeler olur. Ama o bunu kabullenmez ve yapabildiği oranda yemekleri yapmaya gayret eder. Artık bayram sabahlarında yemeğe icabet oldukça azalır ve sadece birkaç kap yemek yapmak hâsıl olur.
Değişen damak tadından bahsetmiştik hemen yukarıda, Zehra Hanım ömrü boyunca zeytinyağı, sıvı ayçiçeği yağı kullanmaz sıvı yağla yapılan hiçbir şeyi de yemezdi. Onun kullandığı nereden alıştığı da belli olmayan o yılların popüler yağı olan nebati margarin Sana Yağıydı. Sana Yağı olmazsa ünlü Vita Yağını her daim kullanırdı. O yokluk yıllarının kuşağı olduğundan mutfağında illa minik bir stokçuluğu vardı. Dolapta en azından 5 kg. un, 5 kg. şeker ve paket, paket sana yağı olmazsa olmazıydı. Tüm tatlı tuzlu yemeklerini margarin yağı ile yapardı, yeni nesil gençlerin değişen beslenme alışkanlıkları, tüketilen zeytinyağı alışkanlığı çok doğaldır ki margarinle yapılan yemeklere olan teveccühü azaltıyordu ancak bayram yemeğine gelenler bunu göz ardı edip yapılan yemekleri iştahla yemeğe gayret ediyordu. Margarinin sağlık açısından bilinen zararlarını, alışmış olduğu damak tadından dolayı göz ardı eden ve o yıllarda topluma dayatılan margarin yağından vazgeçmeyen Zehra Hanım 97 yaşının sonuna kadar margarinden başka yağ kullanmadı.
Ülkemizde tonlarca kolayca üretilen zeytinden mamul yağ yerine 1950’li yıllarda nasıl oldu da sağlıksız margarin yağına geçiş yapıldı bilinmeyen bir şey değil. Ülkemize katma değer katan zeytinyağı kullanımını toplumda azaltmak, dışarıdan temin edilen sağlıksız margarine Türk halkının yönlendirilmesi tabii ki sermayenin bir hizmetiydi! Hiç şüphesiz. Yüzyıllardır tereyağı, sadeyağı ve kuyruk yağı tüketen, sahillerde ve kıyı bölgelerde antik çağdan beri şifa kaynağı olduğu bilinen zeytinyağını da kullanan milletimiz birden bire margarin bağımlısı olmuş ve. tabii ki margarin bağımlısı olurken de daha önce tükettiği yağların da ne kadar sağlıksız olduğuna inandırılmıştı.
Hiç şüphesiz ki margarin bağımlılığını yaratan reklam gücünü hiç de hafife almamak gerekir ki neredeyse 50 yıldır ülkemizde margarinin üstünlüğü azalarak da olsa hala lider durumda olması bunu göstermektedir.
Mutfakların vazgeçilmezi olarak o yıllarda büyük bir reklam kampanyasıyla lanse edilen Sana margarini, 1952 yılında Türk tüketicisi ile tanışır. 1950'li yıllarda en çok tüketilen yağ türleri olan zeytinyağı ve tereyağın yerini 1952 yılında Sana alır. Ancak tüketiciyi margarin konusunda tabii ki, yıllarca kullanmış olduğu tereyağı, kuyruk yağı ve zeytin yağından vazgeçirip onların yerine Sana’yı tercih etmesi için bilinçlendirme !!! gerekiyordu. Sana bu misyonu üstlenerek, margarinin önemi ve bu yeni besin kaynağının yararlarını vurgulamaya başlar !!!
. Beslenmenin temelindeki gıda maddesi olan yağın değerini tüketicilerine anlatır !!!. Sana'ya tüketicinin kolay ve nispeten uygun fiyata ulaşması, markanın adının beyinlere kazınmasında büyük rol oynar.
Sana, piyasaya girdiği ilk dönemlerde Türkiye'de yepyeni bir kavramı sofralara getirir: "Kahvaltılık Sofra Margarini". Kahvaltı sofralarında kahvaltılık yağa bir yer açarak, diğer yemeklik yağlardan farkını ortaya koyar !!! Sana'nın modern fabrikasının yarattığı etki, yağda kullanılan süt ve vitaminin yurt dışından getirilmesi tüketici açısından önemliydi. Böylece Sana, tüketicinin mutfaklarındaki yaşamını değiştiren, toplumun beslenmesinde büyük fayda sağlayan bir vitamin kaynağı olmaya başlar !!!. Sana'nın bugüne kadar gelen kalıcılığının en önemli etkenlerinden biri de toplumsal mesajları oldu. İlk önce vitamin temasını taşıyan Sana, daha sonra anne-çocuk ilişkisinin önemini vurgulayan, "Özen Gösteren Anneler İçin" mesajına dikkat çeker. Sana’nın resmi sayfasında işte bu değerli bilgiler yer alır. Öyle başarılı reklamlar yapılır ki, yıllarca hafızalarımızdan çıkmaz. ‘’ Sanayla beslenen, özenle büyütülen bu çocuklar, her gün enerjiyle, neşeyle koşup oynuyorlar, besleyici sütlü vitaminli, enerji dolu lezzetli, sana,sana, sanaaaa…’’ evet hala bu reklamın sözlerini hatırlamayan yok gibidir.
Türk insanını margarin ile tanıştıran Sana, birbirlerine bağlı, aynı çatı altında ve bir sofra etrafında olmaktan mutluluk duyan köklü bir kültürün temsilcisiydi !!! 2003 yılında başlatılan "Yaşasın Yemek Yemek" kampanyasıyla, Sana'nın Türk mutfağına kattığı lezzetlerin altı çizilirken, Türk toplumunda yemek kültürüne verilen önem vurgulanır. Yemek yemenin, sevdiklerimizle yemek sofrasında sevinçlerimizi, kederlerimizi, hayallerimizi, hayattan beklentilerimizi paylaştığımız bir etkinlik olduğu hatırlatıldı. Bu güzel değerleri, lezzet ile birleştiren Sana, yıllardan beri Türk mutfağının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterdi !!! kültürümüzdeki yemek yeme alışkanlıklarına bir kez daha atıfta bulunuldu !!!
Evet yine resmi Sana sayfasında Türk yemek ve sofra kültürünün Sana yağı ile ne kadar da zenginleştiği vurgulanır. Aynı şekilde sofraların özellikle Ramazan, iftar sofralarının ayrılmaz bir parçası olan ve geleneksel Türk sofra kültürünün en önemli parçaları olan Şerbet, hoşaf, ayran gibi içeceklerimizin yerine geçen gazlı içeceklerden olan Kola gibi. Zannedilir ki Türk sofra kültürü yüzyıllardır margarin ve kola ile zenginleşmiş ve bu günlere gelmiş. Yani o kadar ki, Topkapı sarayının bahçesinde Lala’larıyla oynayıp yorulan Şehzadeye Annesi Haseki Sultan bir dilim ekmeğe sana yağı sürüp eline verse ve o sana yağlı dilim ekmeği kola eşliğinde afiyetle yese toplumumuzda bu sahnenin yaşandığına çok önemli bir oranda insanın inanacağına eminim. Eminim çünkü Amasya’daki cep telefonuyla selfi çeken şehzade heykelini görmek yeterli değil mi ?
Sana, Unilever tarafından 1952 yılından itibaren üretilen margarin markasıdır. Üretildiği zamanlarda pazarda rakibinin olmaması ve Amerika'dan ucuza ithal edilen soya yağından yapılması dolayısıyla ucuz olan fiyatı nedeniyle çok başarılı bir ürün olmuştur. Country Crock markasının Türk versiyonudur.Türkiye'de paketlenmiş ilk margarindir. Piyasada başka rakibi olmadığı ve ABD'den ithal edilen soya fasulyesi yağından üretildiği için, onlarca yıldır lider margarin markası oldu. Türkiye'de üretilen margarinlerin genel markasıdır. Türkçede herhangi bir margarine genellikle Sana yağı denir.Dünyadaki en çok satan margarindir.
Unilever'in Türkiye’deki ilk yatırımı, 15 Mart 1951 tarihinde TC Hükümeti İngiliz-Hollanda ortaklığı Unilever ile Türkiye İş Bankası Anonim Şirketi’nin ortaklığında bir şirket kurulmasıyla başlıyor ve. 1953 yılında 8.000 ton kapasiteli yağ fabrikası Bakırköy’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kurdeleyi keserek açılıyor. Fabrikada neredeyse Türk mutfağı ile özdeşleşen ve Latince kökenli Yaşam anlamına gelen Vita ve sağlık anlamını taşıyan Sana margarin markaları üretiliyor.
Yapılan algı yönetimi ve başarılı reklam çalışmalarıyla Anadolu insanının yüzyıllardır sağlıkla tükettiği, tereyağı, sadeyağı, kuyrukyağı ve mucize şifa kaynağı zeytinyağı kullanımı zaman içerisinde neredeyse unutturuluyor. Anadolu’nun bereketli topraklarında yetişen zeytin ve meralarında otlayan süt veren hayvanlarından elde edilen yağ varken Yurt dışından ayçiçek, pamuk, mısır, palm, soya dan imal yağ almaya zorlanır ve bu yağların hidrojenize edilerek elde edilen sağlıksız margarinleri tüketmeye alıştırılır Anadolu insanımız.
Türk toplumunun yıllardır tükettiği geleneksel yağları unutturmak için daha önce bahsettiğimiz gibi güçlü reklam çalışmaları yapılırken, herkesin bildiği üzere algı çalışmaları türkülerimize de sirayet eder ve 2 Kasım 1954'de İhsan Kaplayan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlendiği rivayet edilen ‘’ Zeytinyağlı yiyemem basmadan fistan giyemem aman" türküsü bestelenir.
Reklamlarla türkülerle topluma empoze edilen margarin sevgisi bu kadarla kalmaz. Toplumun severek izlediği diziler de satır aralarına zeytinyağının ne kadar zararlı, ayçiçek yağının ise ne kadar sağlıklı bir yağ olduğu dizinin replikleri arasına itinayla yerleştirilir. Misal 90’lı yılların fenomen dizisi yıllarca süren ‘’Bizimkiler’’ dizisinin bir bölümünde Ayvalık’tan zeytinyağ aldığını söyleyen Şükrü’ye babası ‘’ doktor zeytinyağını yasakladı, bizim eve ayçiçek yağından başka yağ giremez…’’ diyerek bilinç altına ayçiçek yağının sağlıklı zeytinyağının ise sağlıksız olduğu itinayla zihinlere nakşedilir. Bu furyaya dizilerde olduğu kadar anlı şanlı doktorlarımız yumurtanın, tereyağının ne kadar da zararlı olduğu sabah kuşaklarında TV’lerde pervasızca dile getirilir.
Zehra hanımın kendine has bir lügatı, kendine has bir dili vardı. Kullandığı terminoloji memleketin yani Üsküp, Koçana bölgesinden miras kelimeleriyle olunca bir hayli ilginç söylemlere denk gelirsiniz. Dışarıda bakımsız, zayıf, virane bir kişi, yada bir uyuzlanmış bir köpek görürse o şeyi tanımlaması ‘’ zalangur’’ ön takısıyla söylenir., zayıf kalmış, yıpranmış bir kedi mi gördü o artık kedi değil bir ‘’Meçka’’’ydı ve o zayıf,çelimsiz halini ‘’mırle’’ şeklinde tanımlardı. Eğer ki evde düşünceli bir haliniz varsa ne o ‘’Tilki’’ manasında ‘’kummeleso’’gibi düşünüyorsun derdi. Bir çocuk çok uzun ve sinir bozucu olarak ağlıyorsa muhtemelen uğursuz anlamında ‘’Porok’’, porok ağlay bu çocuk derdi. Geniş zamanın re takısı onda ye haline dönüşmüştü, yanar, oynar, çalar değil, yanay, çalay, oynay haline gelirdi. Şimdiki zamanın -yor eki de değişim gösterir ve oynuyorsun değil oynaysın, yapıyorsun değil yapaysın haline dönüşürdü.
Ben oldum olası sıcak çayı çok hızlı içerdim, o da buna çok kızardı, benim çay bitince kahvaltıda ‘’ ismok’’ gibi içeysin, yavaş iç ‘’ diye kızardı. İsmok’dan kasıt yılan gibi manasında kullanırdı. Tabi ki bu kızmaların bende yarattığı duygu yalnızca ve yalnızca gülmekti.
Toplumsal eleştirileri, kırık cam gibi çok keskindi. Direk analiz yapar ve hemen çarpardı insanın yüzüne. Yolda gariban, acınası, yardıma muhtaç birisini gördüğünüzde ya yazık adama, sanki yardıma ihtiyacı var, mağdur birisi derseniz vereceği cevap çok kısa ve netti ‘’ anasını babasını dinleseydi bu hale gelmezdi’’ evet sosyolojik ve ekonomik makro, mikro analiz derhal yapılır karne notunu hemen hesaplar verir ve transkrip’ini hemencecik orada yüzüne vururdu. ve ardına bile bakmadan o kişiyi gerisinde bırakır ve yürümeye devam ederdi. O kişi onun için orada bitmişti artık.
Dışarıda kesinlikle yemek yemez bir şey içmez, Kendi yaptığından gari başka hiçbir şeyi beğenmezdi. Dışarıda yalnızca dondurma yemeye bayılırdı. Aksayan bacağına, baston yardımıyla yürümesine karşın, dışarıda dondurma yeme teklifine kesinlikle hayır demez ve bir bakmışınız gri pardösüsünü giymiş, başörtüsünü takmış, bastonuyla kapının önünde sizi bekliyor, neredeyse sizden evvel çıkardı evden.
Dışarıda yemek yemeyi sevmediği gibi dışarıdan da kıyafet almayı çok zorunlu olmadığı hallerde tercih etmezdi. Evdeki klasik OMEGA dikiş makinesi ile dikmediği türden elbise, kıyafet kalmamıştı. Eli bir hayli hızlı ve pratikti: hatta bir gün ilkokulda Efe kıyafetiyle folklor oynayacaktık ama kıyafet bulamamış ve bir hayli panik olmuştuk, hemen devreye Zehra hanım girmiş ve Ali Efendi’nin beyaz göleğini kesip biçip, bedenime uydurmuş, eski ilkokul önlük kumaşından efe şalvarı dikivermiş, başıma da denizci şapkası, o şapkaya da bir şal takarak beni minik bir efe haline getirivermiş ve olası bir krizi daha başlamadan bitirivermişti.
Ev kalabalık, nüfus bir hayli fazla bu kadar boğazı doyurmak tabi ki maharet istiyor, bu mahareti d yazdığımız gibi kahvaltılarda özellikle lor ve yumurtadan yapılan menemen türü yemekle bir nebze de olsa kalabalık nüfusu doyurabiliyordu, tabi ki bu doyurma probleminin ana destek gıdası ekmek olduğunu belirtmeye gerek yok gibi, genel bir tanımlamaydı o yıllar için, ‘’ekmekle katık yap’’ ekmek ‘’nimet’’ sayılır aşırı bir saygıyı hak keder, atılmasına kesinlikle razı olunmaz, hele ki yolda sokakta yere düşmüş ekmek parçası gördüğümüzde ne yapar eder o parçayı elimizle yerden alır ve üç kere öper başımıza koyar ve yüksekçe bir yere basılmasın diye koyardık. Bu katık yapma eylemi her şeyle geçerliydi, ama çorba yerken, ama sulu yemek yerken, ya da kahvaltıda lor’lu yumurta yerken, ana esas hiç değişmezdi.
Kalabalık nüfusu hadi diyelim ekmekle, lorlu yumurtayla, bol sulu yemekle doyurdun, akşam oldu yatıracak ve uyutacaksın bu kadar çocuğu, yatak, yorgan nevresim işini nasıl halledeceksin, tabi ki o yılların insanlarının elinden mecburiyetten dolayı birçok iş geliyordu, Zehra Hanımın büyülü OMEGA dikiş makinesi Hızır gibi yetişir ve şimdilerde pek bir moda olan ve lüks mağazalarda bir haylide pahalı satılan, çeşitli renkte ve dokuda kumaş parçalarının belirli bir motif oluşturacak şekilde dikilmesiyle yapılmış olan Patchwork yorganların ilk versiyonu olan ve atık, kullanım dışı kalmış, eski kıyafetlerden bozularak yapılmış parçalı el ve ev işi yorganları kendisi diker ve barınma probleminin en önemli olan örtünme problemini böylelikle çözerdi.
Kendi yorganını kendi diker, kendi yolluğunu da kendi örerdi. Yine şimdilerde lüks mağazalarda bir hayli yüksek fiyatlarda alıcı bulan yollukları, Zehra Hanım kendi örer kendine ördüğü gibide konu komşuya da örerdi. Hala evde o yıllardan kalama çarkıfelek biçimli yollukları görme şansınız vardı, çünkü dediğim gibi malı çok kıymetliydi ve çok itinalı kullanır, atmaz, attırmazdı.
Yatak örtüsü, yorgan, yolluk, elbise elde ne yapılabiliyorsa yapardı. Tülbentlere iğne oyası ki son yıllarda bile o çakır gözler nasıl görüyordu anlaşılır gibi değil, iğne oyası yapar ve minik, minik gelir elde ederdi, bir bakarsın tülbentlere iğne oyası yapıyor bir bakarsın yün çorap, patik örüyor eli hiç boş kalmazdı.
Dikiş nakış, terzilik bu tip el mahareti isteyen konularda mahirdi demiştik bunun yanında yiyecek sektöründe, imalat konusunda da pek bir maharetliydi. Kendi makarnasını eriştesini yazdan yapardı, tarhana, pekmez, boza, salça, reçel, yoğurt, temel yiyeceklerin neredeyse tamamını kendi yapar biraz zorlansa kuluçkaya yatıp kendi yumurtasını dahi üretebilecek inat’a sahipti. Yapmış olduğu ürünleri çoluk çocuğuna da verir, esirgemezdi. Yapmış olduğu pekmezleri şişelere ve özellikle kola şişelerine koyar buzdolabında saklardı. Bu durumdan bir hayli muzdarip olmuşluğum vakidir. Sıcak yaz günlerinde dolabı bir açarsın dolabın içi buz gibi kolalarla dolu, büyük bir iştahla içmek için eline alırsın ama o içi pekmez dolu kola şişelerini görünce yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam size.…
Yapabildiğin her şeyi evde yapacaksın mottosuyla hareket eder ona göre alışverişini yapardı. İzmir’e geldiği bir gün beraber pazara gittik ve evde pekmez kaynatmak üzere bir hayli fazla, döküntü üzüm, çekirdeksiz İzmir üzümü aldık, sapsız, çöpsüz olduğundan tercih eder ve salkım üzüme göre daha ucuz olurdu. Evde koca bir tencereye kilolarca üzümü koydu ve başlattı kaynatmaya, şimdi kırsal bir yerde bahçede çalı çırpı, odun ateşiyle o pekmezi kaynatsan maliyetinden dolayı tadına doyamazsın, sıfır maliyet süper bir üretim, ama evde tüpün üzerinde saatlerce kaynayan pekmezin yaktığı tüp parasını düşününce en afilisinden Koska Pekmez’den belki de onlarca kavanoz pekmez alırdın, ama Zehra Hanım için yanan tüpün önemi yok, ocak üzerinde kaynayan ev yapımı pekmezin önemi vardı. İşte bazen çok tutumlu olma sevdasına eski düşünceyle yiyeceğini kendin yapmaya çalışırsan çok daha maliyetli oluyordu ama o küçük maliyet pek de Zehra Hanımı ilgilendirmiyor gibiydi.
Stokçuluğu sever mümkünse özellikle eskiden, çuvalla un, şeker almayı tercih ederdi. Pazardan çuvalla kabuklu ceviz alır hiç üşenmez evde kimse yokken onları itinayla kırar ve kavanozlara koyardı ama siz onun koyduğu yeri kolay, kolay bulamazdınız. O isterse ikram ederdi. Onun dolabı, buzdolabı neredeyse şahsına aitti, o’nun kutsalı, mahremiydi adeta, o izin vermeden dolabını açamazdınız, öyle dolabı açayım aaa ne güzel kek var, çilek reçeli var, pasta var bir dilim alayımda yiyeyim diyemezdiniz, o izin verecek ve o tabağa koyup ikram edecek, esirgemez ama izinde vermezdi.
Ondan habersiz, izinsiz dolabından herhangi bir şey almak resmen ‘’Casus Belli’’ (Latince savaş sebebi) sebebiydi. Malının kıymetini bildiği gibi parasının da kıymetini bilir, genelde elinde parası olmaz ama ihtiyaç halinde ya yatakların altında ya da dolapların en ücra köşesinde mutlaka iş görecek kadar parası vardı. Muhtemelen şimdi evi bir altını üstünü getirsen sakladığı ve tedavülden kalkmış bir sürü kağıt para çıkma ihtimali bir hayli yüksektir.
Zehra hanımın davranışları dünya görüşü genellikle gerçekçi bir seyir izlerdi. Misal bir keresinde ameliyat olmuş ve onu ziyarete gitmiştik ve hastaya en güzel götürülecek şeylerden biri çiçektir diye düşünerek bir demet çiçek götürmüştüm, geçmiş olsun dileğimi ilettikten sonra çiçeği verince ‘’ bu ne?’’ dedi, bende ya anane çiçek işte diyince ‘’ ne gereği var, bunun yerine bütün bir tavucak alsaydın ya, en azından bi çorba yapar, birde güzel büryan yapardık ‘’ demez mi?
Sabah kahvaltılarının olmazsa olmazı onun yapmış olduğu lor peyniri ve yumurtadan müteşekkil bir şeydi. Kalabalık sofraların çoluk çocuğu doyurmanın en etkin yolunu bulmuştu, hemen hemen her sabah o omlet türü kahvaltılık mutlaka sofrada eksik olmazdı. Kalabalık nüfusu doyurmanın tek çıkar yolu bu gibiydi, tavada yaptıktan sonra en fazla üçer dörder kaşık koyar ve ekmekle katık yapın diye tembih ederdi. Ekmek en temel beslenme kaynağıydı.. Zehra Hanım’ın evinde ben kendi adıma söyleyeyim ki başkası adına da söyleyeyim çünkü kesinlikle beni onaylayacaklardır, daha kimse onun evinde taze çıtır ekmek yediği görülmüş şey değildi. Eve gelen taze ekmekler hemen buzdolabının üzerine konur ve dünden kalan bayat, onun deyimiyle kavi ekmek sofraya konurdu. Ali Efendi’yi de alıştırmış ki o da sofraya oturduğunda hemen Zeraa ( tabii ki Zehra değil Zeraa ).kavi ekmek yok mu der ve bayat ekmek istediğini söylerdi…
Bir dilim bile bayat ekmeyi ziyan etmez onu değerlendirmeye gayret ederdi. Tabii ki bu durum yokluk yıllarında ta Yugoslavya’dan gelen bir davranış biçimini almıştı. Dediğim gibi bir dilim ekmeği atamaz, yanan bir lambayı hemen kapatır ancak bir tişört için koca çamaşır makinesini çalıştıracak, birkaç fincan içinse kombiyi kökleyecek kadar da değişik bir insandı. Ne zaman tasarruf yapar ne zaman savurganlık yapar belli olmazdı.
Çalışmaktan hiçbir zaman erinmez gücünün yettiği yere kadar çalışmaktan imtina etmezdi. Yeri geldi kız meslek lisesinin yemekhanesinde o yaşına rağmen aşçılık yaptı, yeri geldi oturduğu apartmanın merdivenlerini elleriyle sildi. İş ayrımı yapmaz çünkü okutması gereken Ankara’da bir son kızçesi daha vardı. Evin en küçük kızı üniversitede okurken okul masraflarını karşılayabilmek için merdiven silmekten herhangi bir sıkıntı yaşadığını göremezdiniz.
Dışarıda kesinlikle bir şey yemez içmez demiştik, dondurmadan hariç bir şey daha vardı ki onu da çok sever ve zaman meffumu gözetmeksizin gecenin kör vaktinde dahi canı onu çekerse ne yapar eder o şey için bir yolunu bulurdu. Nedir diye soracak olursanız; Serum fizyolojik. Yani halk deyimiyle ‘’serum’’ , Allahım yarabbim bayılırdı acil serviste serum yemeye.
Tutumluluğu ile bilinen Zehra hanım iş hastaneye ve de özellikle özel hastaneye sıra geldi mi akan sular dururdu. Dışarıda özel bir yerde, lokantada yemek yemenin hazzına özel hastanede serum yiyerek tadına varırdı. Hasta olmaya ve hastaneye gitmeye bayılırdı. Belki de ilgi çekmenin dışa vurumunu böylelikle sağlıyordu. Hele doktora gidip de bir torba ilaç aldı mı deymesin di keyfine. Doktor eğer ki ciddi bir tanı koyarsa nerdeyse bundan övünç duyardı. Misal 95 yaşlarıydı, doktor; Zehra abla birazcık beyninde küçülme gördük, azcıkkk alzaymır belirtileri gösterebilirsin diyince, sanki çok özel bir şey olmuş gibi bizlere ‘’bak alzaymır olmuşum ‘’ diye durumunu birazda abartarak anlatırdı.
Sağında solunda küçük bir sivilce çıkmasın, ne yapar eder o sivilceyi azdırır ve yara haline getirirdi. Açık yara haline gelen sivilceye artık elde ne varsa Viks, bengay, silverdin artık Allah ne verdiyse evde o ara ne bulduysa her türlü kremi sürer ve bir iki günde kendiliğinden kuruyacak olan sivilce bu otantik kendi kendine Lokman Hekim tarzı tedaviden sonra azar ve ciddi enfeksiyona sebep olurdu. Yalnızca kendine şifacıkla yetinmez diğer kişilere de bu tip özgün tedavi yoluna giderdi. Bir gün benimde olduğum bir ortamda rahatsızlanan babama eline nereden geçtiyse dilaltı ilaç verecekti bana iyi geliyor ona da iyi gelir diyerek.
Bir gün bana hitaben ‘’oğlum kalp ilaçlarımın raporu biteli çok oldu gidelim mi hastaneye’’ dedi. Hadi gidelim hazır gelmişken deyip gittik özel Uzamanlar Hastanesinin kardiyoloji bölümüne, daha kapının yanındayken kardiyoloji hemşiresi yaaa yine mi geldin Zehra Abla, deyince ah dedim kumpasa geldim diye içimden geçirdim. Hemşire ‘’daha 4,5 hafta daha var ikinci kontrole niye erken geldin Zehra Abla’’ deyince, tabii ki diyecek bir şey kalmıyor ve önümüze bakıp eve gitmekten başka çare kalmıyordu.
Dışarıdan dondurma harici bir şey yemez demiştik, tabi ki ‘’Beze Kaymak’’ lıyı unuttuk, kimileri kaymaklı, kimileri sadece Beze dedikleri ancak Zehra Hanımın memleketten edindiği lügata göre ‘Sulufka’’ dediği bu yumurta akından yapılmış kaymaklı bezeye inanılmaz bir zaafı vardı ki anlatılamaz. Bayılırdı onları yemeğe, zaten dişleri yok, sadece damaktan ibaret bir çiğneme sistemi var ama o kaymaklı bezelerin biri yutulurken diğeri yumuşatılıp yutulmak için çoktan ağzının içine atılıp yumuşatma işlemine geçilirdi.
Dışarıdan yemek türü şeyleri sevmezdi ama, Kaymaklı, Dondurma gibi sevdiği şeyler haricinde kuru yemiş özellikle ceviz, taze meyve ki pek ayırt etmez, muz, şeftali, mandalina, armut, karpuz, kayısı, incir vb. bayılırdı onları tek başına tüketmeye. Ee diş yok derseniz vallahi orası bir muammaydı, biz sadece onda damak görüyorduk ama yıllar içerisinde evrimleşti midir nedir bilinmez, bizim var olan dişlerimizle yiyemediğimiz her türlü yiyeceği eski taş değirmen misali o damaklarıyla öğüte, öğüte yiyordu.
Okuması yazması yoktu, ancak nasıl bir özgüvense hiçbir okuması yazması olmadan Yalova’dan vapura binip, İstanbul’a gider, Eminönü’nden belediye otobüsüne biner ve Sarıyer’in arka mahallelerinde gecekondu bölgesinde memleketten dayısının torunu Ramadan’ın ziyaretine gider ve geri dönerdi. Ya da şimdi bile gitmenin cesaret isteyeceği ta Esenler tarafında oturan torunu Çiğdem’i görmeye giderdi. Ne cep telefonu var nede başka bir iletişim imkânı, gidip evde kimseyi bulamama ihtimali düşünülmezdi bile. Nasıl oluyor da okuma bilmeden bunlar oluyor diye soracak olursanız, lazım olan bilgiyi ya ezberliyordu ya da o yazıları fotoğraf gibi aklında tutuyordu. Misal Eminönü’nde belediye otobüsünün önünde SARIYER yazıyorsa o yazılı tabelayı fotoğraf olarak belleğinde tutuyor ve ona göre hareket ediyordu.
Zehra Hanımın çok güçlü bir belleği vardı. Eskiyi, eski hatıraları hiç unutmadığı gibi 63 yıl önce 1955 yılında terk ettiği ve bir daha hiç göremediği memleketi Üsküp Koçana’ya, oğlu Seycan’ın 60.yaş gününe denk gelen doğum gününde oğlu tarafından memleketine götürülmüş ve bu vesile ile 63 yıldır göremediği hatıralarında, rüyalarında yaşadığı, yaşattığı memleketini görme imkanı doğmuştu. Geçen onca süre içerisinde hafızasındaki memleketi, sokak sokak, ev ev hala zihninde 1955 yılındaki gibi canlı durduğu, değişen kentin son hali bile, hafızasındaki çocukluğunun, gençliğinin geçtiği hatıralarla bezenmiş Koçana’yı hafızasından silememişti. Sanki Makedonya’yı terk ettikleri 23 Ekim 1955 yılına geri dönmüş gibiydi. Her şey ama her şey 23 Ekim de bıraktıkları gibiydi Türkiye’ye Anavatan’a göçerken Koçana’da bıraktığı yüreğinin bir parçasına, hatıralarına, yaşanmışlıklarına, yarım kalmış hayallerine, 63 yıl ayrı kaldıktan sonra tekrardan kavuşmuştu.
İstibanya’dan getirilip Koçana’da Nazilerin infaz timlerince şehit edilen eniştesi Şaban ve yeğeni İbrahim’nde adının yazıldığı Şehitler anıtında adlarını görünce 19 Ekim 1944 yılındaki katliam mutlaka gözünün önüne gelirken burnunun direğide sızlamıştır.
Okuma yazması belki yoktu ama okuyan çocuklarının yakın takipçisiydi. Hiçbir veli toplantısını kaçırmaz her öğretmen ile yakın teması hatta arkadaşlığı vardı. Çocuklarını takip ettiği gibi torunlarını da elinden geldiği kadar takip etmeye çalışır üniversite sınavına girecek olanlar ile yakından ilgilenir, sınav sonuçlarını merakla beklerdi. İlginçtir sınav sonrası, televizyonda sınav soruları ile ilgili programları takip eder ve o sınava girmiş olan torunu ile sınavda çıkan soruların değerlendirmesini de yapardı.
Yazılarda olduğu gibi, rakamları da ezberliyor ve telefonu bu ezbere göre kullanıyordu. Sonraları cep telefonu çıkınca arayacaklarını telefonun numara sırasına göre kodlayıp ona göre arıyordu.
Zehra Hanımın telefon trafiği çok önemliydi. Trafiğe çok önem verir, zamanını, dakikası dakikasına takip ederdi. Her sabah ama her sabah hiç aksatmadan cep telefonuna kodlanan listeden sırayla aranacakları arar seslerini duyar ve hem kendini hatırlatır hem de aradıklarının hatırını sorardı. Arama serbestisi ona aitti, istersen sen gece çok geç vakitte yat, ister hasta ol, hiç fark etmez sabahın o saatinde aranacaksın, hiç kurtuluşun yok, olamazdı da zaten.
Telefon konuşmasını çok uzatmaz, standart bir konuşma metni var gibiydi, söyleyeceğini söyler ve ‘’ sağlıklı, mutlu, uzun ömürler dilerim ‘’ der ve kapatırdı. Bu konuşmanın dışına çıktığı anlarda olurdu, özellikle drama dalında bir role bürünecek ve eğer ki aradığı kişiyi yanında görmek istiyorsa konuşmanın şekli değişirdi. Uzun süre yanında kalmış büyük kızı İsmet kendi evine İzmir’e gittiyse ve aradan daha anca bir hafta bile yeni geçmişse söze ‘’ ne zaman geliceksin Yalova’ya ‘’ ile başlar ve karşı taraftan biraz işim var, ev aylarca boş kalmış sağı solu derleyeyim, toplayayım gibi gecikmeye mahal verecek mazeretleri duyarsa ‘’ ölürsem kim çenemi bağlayacak, evde yalnız başıma kaldım..’’ gibi insanın hem vicdanını, hem de ciğerini ok gibi delecek sözleri söyler, drama rolünü çok iyi oynar ve genelde de hep başarılı olurdu.
Telefonda çok uzun konuşmaz, derdini hemen söyler, lafı eğip bükmez, eveleyip gevelemezdi. Söyleyeceği konunun karşı tarafı nasıl etkileyeceğini, nasıl bir psikolojik durumla karşılayacağını o an için düşünmezdi. Uzun yıllar hayat arkadaşlığı yapmış, yedi çocuğunun babası Ali Efendi Nisan ayının 1’inde son kez uyumak için yattığı yataktan bir daha uyanamayınca sabaha karşı 04,30 da bu şok edici travmatik durumu çocuklarına çok sakin bir ifadeyle ’’Hadi başınız sağ olsun! Babanız ÖLDÜ !‘’ diye telefonla haber vermişti. Bu ani ve beklenmeyen haber karşısında ‘’Ya nasıl olur olur, hiçbir şeyi yoktu, akşam gayet iyiydi, uyuyor olmasın, bi daha bak anne ‘’ diye durumu anlamaya, şoku atlatmaya çalışanlara karşı ‘’Ben bilmez miyim ölü nasıl olur, Babanız öldü!’’ diye karşılık verir. Artık bu durum karşısındaki davranışa soğuk kanlılık mı, denir, ya da çocuk yaşta II.Dünya Savaşında gördüğü, yaşadığı olaylar karşısında ruhen vicdanen duyarsızlaşma mı, katılaşma mı bilemedim.
Her sabah televizyondan çocuklarının yaşadığı illeri takip eder, hava durumu, siyasi gelişmeleri, güncel olayları, kaza, yangın, sel vb. her türlü haber değeri olan her şeyi, olayları takip eder ve her sabah ki genel telefonla vukuat tekmili alır gibi aramasında o şehirle ilgili ilginç bir durum varsa onu da takip ettiği gibi size de sorardı. Öyle zaman olurdu ki, yaşadığım şehirdeki bir gelişmeyi medyadan değil de ondan öğrenirdim. Misal mi ; Amerika’dan çocuklar kesin dönüş yapıyor ve ben İstanbul Atatürk Hava Limanında onları karşılayacağım, uçak 11,20 gibi inmesi planlanmış ve ben yapmış olduğum planlama ile sabah Yalova’dan 09:00 gibi Yenikapı hızlı Feribotuna binip 09.45 gibi Yenikapı’ya oradan da metro ile Yeşilköy Atatürk Hava Limanına en geç 10:15 gibi varmayı düşünmüştüm. Sabah kalktım kahvaltı yapıyorum Ananem, haberlerde Lodos olduğunu ve şehir hatları seferlerinin iptal olduğu söyledi. Ben de bir dışarı baktım hava gayet normal, ne rüzgar var ve de başka bir şey, çok da ciddiye almadım ne yalan söyleyeyim, Haziran ayının güzel ve sıcak bir zamanı ne lodosu diye düşündüm kendi kendime, ama içime de bir kurt düştü ve hemen evden çıkıp kendimi sahile attım, deniz süt liman bir gram dalga yok, tabii ki rahatlamış bir biçimde iskeleye gittim, anaaa, seferler iptal diyor, görevliye neden diye sorduğumda Lodos diye tek kelimeyle cevap verdi, ama denizde hiçbir çalkantı falan yok deyince İstanbul ‘da başlamış birazdan buraya da ulaşır belirsiz bir saate kadar seferler iptal deyince aldı beni bir panik, en fazla feribot ve metro ile bir saatte gidebileceğim yol birden karayolu ile en az 2,5 saatte çıkmıştı.
Telaşla hemen karayoluyla İstanbul’a giden otobüslere koştum Allah’tan bir yer bulduk da yola çıktık hemen, tabi ki otobüste yavaş, yavaş bütün Körfezin ilçe ve nahiyelerine uğraya, uğraya gittiğinden içimdeki telaşı anlatamam, en sonunda otobüs Harem’e geldi oradan hemen bir taksiye binip aceleyle Üsküdar’a oradan da Marmaray ile doğruca Atatürk Hava Limanına metro ile yola çıktım. Allah’tan New York uçağı bir saate yakın gecikme yaşamışta anca yetişebilmiştim. İşte Zehra Hanım evde ya uyur, ya bulaşık yıkar ama o televizyon devamlı çalışırdı. Şimdi o televizyonun neden devamlı çalışır halde olduğunu daha iyi anlamıştım. İlgisiz başka işlerle meşgul gibi gözükse de kulağı her daim TV’de ve her türlü haberi, gelişmeyi o ev halinin telaşı içinde de takip etmeyi ihmal etmezdi.
Telefon konusu açılmışken çok eski zamanlara düşen daha 1991 yılının ortalarında Şırnak Dağlarında 5,6 haneli bir Mezrada küçük bir ilkokuldan bozma karakolda genç bir teğmen olarak görev yaparken Zehra Hanım ne yapar eder telefonla bana ulaşmaya gayret ederdi ki o yıllarda değil cep telefonu normal telefonların bile şehirlerde olmadığı bir zamanda Gabar Dağ’ının Kayaboyun Mezrasında olmayan telefonla bana ulaşmaya, yaşayıp yaşamadığımı anlamaya çalışırdı. Nasıl ulaşıyor derseniz Tabur merkezinin hemen, hemen hiç düşmeyen harici telefonunu ne yapar eder saatlerce uğraşır ve düşürmeyi başarır ve santraldeki askerle görüşür ve bizim karakola telsizle bağlanırdı. Telefon ile telsiz görüşemez yalnızca aracı konumdaki asker telsizle benle irtibata geçerken diğer yandan telefonla onunla konuşurdu. Aracı konumunda, aktarıcı rolü gören askerin benimle yapmış olduğu telsiz konuşmasını dinlerdi, ancak doğru söyleyip söylemediğini, benim hayatta olup olmadığımı aramızda belirlediğimiz bir parola vasıtasıyla anlar ve rahatlardı. Duyduğu parola sayesinde benim hayatta olduğumu anlar ve gönül rahatlığı İle telefonu kapatırdı.
Okuma yazması yok demiştik ama her okula nasıl girileceği hakkında bilgisi vardı her nasılsa. Misal, benim elimden tutup Heybeli Ada’daki Deniz Lisesi ne imtihanlara götürür ve sonuçlar açıklanıncaya kadar da yakın takipte kalırdı. Bu konularda hiç erinmez Türkiye’nin her tarafına yetişmeye çalışırdı. Ankara’da mezuniyet töreni mi var o aksayan bacağıyla, bastonuyla 30 Ağustos’un o sıcak günlerinde saatlerce töreni izler ve küçük altınını takardı. Ameliyat mı oldun gözünü açtığında GATA’da karşında tabii ki o vardır. Onun için coğrafi mesafelerin önemi yoktu. Sorun, problem ya da mutlu bir an ile ilgili nerede ne varsa o olay mahallinde olay yeri inceleme memuru hassasiyetinde yerini alırdı. Bu doğum olur, ölüm olur, düğün, nişan, kına gecesi, kız isteme, sünnet, aklınıza ne geliyorsa insanlar için ne yaşanması gerekiyorsa onları yaşar ve yaşatırdı.
Zehra Hanım evinde her işi kendi yapar ve kimsenin yaptığını da beğenmezdi. Malı, eşyası çok kıymetli kimseye vermez paylaşmazdı. Malını çok iyi korur, yıllar geçse bile kullanım dışı kalsa bile onu kullanırdı. Abartmasız ben daha ilkokuldayken mutfakta gördüğüm cam bardakları yaşım ellilere geldiğinde bile mutfakta gördüm desem inanmazsınız ama gerçek böyleydi.
Kimsenin yaptığı işi, yemeği, ev işini beğenmezdi yani kısaca, kendi yapmadığı, inanmadığı, kendine yakın bulmadığı hemen, hemen herkesi her şeyi beğenmezdi, onda beğenmeme problemi vardı, Neredeyse, kimseyi beğenmezdi. Beğenmedikleri arasında ayırım yapmaz, genelinde kimseyi beğenmezdi. Beğenmedikleri arasında kendi çocuğundan tutunda, damatları, gelinleri, akrabaları, komşuları, arkadaşları, torunları aklınıza kim gelsin gelirse beğenmeme problemi vardı. Bu saydıklarıma değer verir, sever ama beğenmezdi. Beğenme, değer yargılarının sistematiği, algoritması çok farklı çalışırdı. Bir şeyi beğenebilmesi için önce onun istediği olacak, o karar verecek ve onun denetiminde ve kontrolünde olacak, bunlardan biri eğer ki, eksik olursa yandı gülüm keten helva. Allame-i Cihan olsan beğenmezdi.
Onun evinde ev hali denen bir kavram olamazdı. Dağınıklıktan hiç hoşlanmaz sabah kalkar kalmaz ortalığı hemen toplardı. Dediğim gibi ev hali ortamı yoktu, gece üç de de kapısını çalsanız, gündüz on bir de de çalsanız ev hali her zaman derli topluydu. Bu durum onun için gayet normalken bizler için biraz sıkıntı yaratmıyor dersek yalan olurdu. Sabah uyandın bir lavaboya gideyim sonra yine biraz daha uzanır sabah keyfi yaparım diyorsanız geçmiş olsun. Sabah kalktın WC ye gittin bir gelirsin hemen arkandan odaya gitmiş ve yatak derhal toplanmış, yatak örtüsü ki her zaman pembedir çoktan örtülmüş oda denetleme formuna çoktan geçilmiştir. Artık uyumak, yatakta uzanmak anca gece yat borusuyla mümkün hale gelmiştir.
Benzer davranış sabah kahvaltıda ya da fark etmez diğer yemeklerinde de geçerliydi. Kahvaltıyı yaptım bi keyif çayı içeyim sigarayla dersen hiç şansın yok, son yudum çayı içer içmez sofra toplanır bulaşık yıkanır masa tertemiz hale gelirdi. Kahvaltı sonrası bir Türk kahvesi içeyim dersin daha sigara yanarken son yudumda o kahve fincanları hemen muslukta yıkanır ve sen elinde sigarayla kalakalırdın.
Yıllar önce İzmir’de lise yıllarımda; akşam eve bir gelirsin anaaaa Yalova’dan Ananemler, dedemler gelmiş nasıl bir heyecan, sevinç anlatılır gibi değil. Gece olur ev kalabalık olduğundan biz diğer kardeşlerle salonda yer yatağında yatmışız, kışın İzmir’in soğuk günlerinde, daha havanın aydınlanmadığı sabahın, uykunun en güzel saatlerinde hooop, o karanlık odanın, sıcak yorganın altında keyiflenmene fırsat kalmadan Zehra Hanım salonun lambası yakar ve o lambanın ışığı bir ok gibi göz bebeğine saplanır. O varsa sabah keyfi denen bir kavram olamazdı, yani doğal olarak uyanayım sabah 10 da TV’yi açayım siyah beyaz televizyonda Köle İzaura’yı yatarak seyredeyim diye bir fanteziniz olamazdı, o uyandı mı sabah kalk borusu gibi odanın lambasını yakar ve ‘’haydi kalkın çayı koydum’’ der ve yatakları toplamaya başlar. O çayı sanki daha sonra koysa olmaz, illa sabahın o kör saatinde koyacak…
Sabahın oluşuyla o çaydanlık mütemmüz cüz gibidir, ayrılmaz parçadır. Çaydanlık ocağa kondu mu çaresi yok uyanacak ve kalkacaksın.
Geldiği gibi gidişi de temaşalı olurdu. Tam alışırsınız evdeki onun koyduğu kurallara, bir bakmışınız sabahın kör vaktinde giyinmiş, yolda yiyeceği haşlanmış yumurtası, ekmeği torbaya konmuş, valizini hazırlamış gri pardösüsünü giymiş, başörtüsünü takmış valizin üzerinde oturuyor ve ‘’ haydi garaja götür bizi ‘’ dersiniz ki, yaa anane daha garaj bile açılmadı ne bu acele bir kahvaltı yapalım gideriz ne bu acele, ama tahmin edersiniz ki bu söylemlerin hiç bir karşılığı yoktur ve sabahın köründe İzmir Halkapınar’daki eski Santral Garajı’na giderdiniz.
Bu tez canlılığı, aceleciliği yaşamının her anında kendini gösterirdi. 17 Ağustos 1999 Yalova depreminde hasar gören ve oturulması tehlike arz eden oturduğu evde kalmanın imkânı kalmaz ve oğlu İbrahim’in evini boşaltarak İzmir’e kızının ve akrabalarının yanına Çamdibi’ne taşınır. Oldum olası İzmir’i beğenmediğinden bu zorunlu yer değiştirmeden pek de mutlu olduğu söylenemez. Mutsuzdur ama yapacak da bir şey yoktur çünkü Yalova 1999 depreminde oldukça hasar görmüş ve yaraların sarılmasına kadar olan süreçte sağlam bir ev bulmanın imkânı da yok gibidir.
Bu zorunlu yer değiştirmeden aslında o memnun olmasa da biz gayet memnunduk. İzmir’e ana ocağına gittiğimizde onu da görme imkânımız olacak diye seviniyorduk. Ama bu sevinç düşüncesi bile çok uzun sürmedi ve daha ana ocağına ziyaret etmeye fırsat kalmadan Zehra Hanım ne yapıp etti o kendine has aceleciliği, tez canlılığı tutmuş ve çok kısa süre sonra hiç üşenmeden, erinmeden evini yeniden Yalova’ya taşımıştı. Serçe kuşu misali yeniden Yalova’sına kavuşmuş, aynı mahallesine taşınmıştı. Serçe misali dedim çünkü bildiğimiz serçeler doğduğu mekanı terk etmez çok dar bir çevrede yaşamını aynı mahallede sadece birkaç kilometrekarelik bir alanda sürdürürmüş Zehra Hanımda serçe misali iki sokak öte, üç sokak beri hemen, hemen aynı mahallede yaşamayı tercih etmişti.
Ana ocağının her zaman kapısı açıktı. Onun daha evde olmadığı bir zaman vaki değildir. Gecenin kör vaktinde de gitsen, sabahın ilk saatlerinde de gitsen kapı, ya da zil en fazla iki kere çalınır üçüncü de mutlaka kapı açılırdı. Tavşan uykusu gibi her an tetikte uyur gibiydi. Kapıyı ister sabah 10 da çık akşam 5 de gel, ya da üç yıl sonra gel aynı şefkatle açar, aynı ilgiyle karşılardı. Evden çıkınca mutlaka sokağın köşesinden gözden kayboluncaya kadar pencereden bakar sizi öyle uğurlardı.
Ana Ocağı’nın hali bir başka olur, o ocağın varlığı insanda kavramsal bir güven oluşturur, gidip gitmeme, kalıp kalmama meselesi değil varlığı ile insanda sonsuz bir güven duygusu yaratır, gecenin herhangi bir vaktinde sorgusuz sualsiz gidebileceğin tek yer Ana Ocağıdır, istediğin saatte git mutlaka yedireceği bir lokma ekmeği, yatıracağı bir yatağı, içireceği bir bardak çayı mutlaka her zaman vardır.
Hangi saatte gelirseniz gelin hep uyanık, hep pencerededir, yemeğe davetli olduğunuz yerden gelseniz bile mutlaka geldiğinizde karnınızın aç olup olmadığını sorar, mutlaka bir tas çorbası ya da dolapta bir tabak sütlacı vardır. Hiç birini canınız çekmezse bile mutlaka o saatte istediğiniz patates kızartmasını ondan başka kimse yapamaz. Zaten gecenin bir vaktinde patates kızartmasını isteyeceğiniz tek varlık Annenizdir. Gece geç geldiniz baba merak etmez mi? Mutlaka merak eder, ama o annenin pencereden baktığı gibi değil, yattığı yerden geldi mi? Diye uykulu gözlerle sorar ve kaldığı yerden rüyaya devam eder.
Ana Ocağı, ana kavramı devam ediyorsa bir anlamı vardır. Babanın olması önemli ama salt babanın olması bir şey ifade etmez, mutlaka ve mutlaka o Ana kavramı o ocak da olacak, anasız bir ocak manevi yönden çok eksik bir ocaktır. Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi ‘’Annen yok, kimsen yok…’’ ya da annesinin öldüğünü ilk başlarda idrak edemeyen ama teyzesinden ikinci bir tabak patates kızartmasını istemeye çekinen bir çocuğun ‘’Şimdi annemin öldüğünü anladım…’’ demesi gibidir annenin varlığı.
Zehra’nın sağlığı son yıllarda yavaş yavaş ağırlaşıyor geçen her zaman bir önceki zamanı aratıyordu. Ancak her türlü işini yine kendi hallediyor ama o eski Zehra’dan artık bahsedilmesi bir hayli güçtü. Yemeklerini artık yapamaz hale gelmişti ama hala sizi görünce bir yumurta kırayım mı, aç mısın evladım derdi. Fiziksel yeterliliği günden güne azalırken demans yani bilinen anlamıyla alzaymır bir hayli ilerlemiş artık bir yapmış olduğu sohbeti kısa bir sonra tekrardan yapmaya başlamıştı. İlerleyen demansına rağmen yinede herkesi tanır sohbetini yapardı. En son Şeker Bayramında Nisan 2024 de tüm çocuklarını, torunlarını eskisi gibi ana ocağında toplamıştı. Nereden bilecektik ki son akşam yemeği gibi son bayram yemeğini verdiğini. Ana ocağı çocukları, torunları ve torunlarının torunlarıyla ziyaretçi akınına uğramış beklide bilmeden koca çınarı son kez görmüşler ve ellerini öpmüşlerdi.
Son Bayram yemeğinden iki ay kadar sonra rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırılmıştı, bir iki gün yoğun bakımda yattıktan sonra normal servise çıkmış ve ertesi gün taburcu edileceğini doktor söyleyince her zamanki Zehra’nın hastane sevdası diye yorumlamış ve içimiz rahatlamıştı. Ancak bu sevdanın sonu hiç de bir önceki sevdalar gibi olmamış ve taburcu edileceği gün aniden fenalaşmış ve kaldırıldığı yoğun bakımda son nefesini vererek 97yıllık ömrünü çok sevdiği Yalova’sında sona ermişti.
Yaşamı sıkıntılar içerisinde olurken ölümü ise yaşamına tezat hiçbir sıkıntı yaşamadan, acı çekmeden, kimseye yük olmadan, kendi işini kendi yaparak huzur içerisinde olmuştu.
Koca çınar yıkıldı gibi üzüntülerini dile getiren söylemleri görüyoruz. 97 yıllık ömrüne 7 çocuk 20 torun 29 torunun çocuğu ve 2 de torununun torunu sığdıran bu koca çınar yıkılmadı 58 yeni canın bu dünyada yeşermesine yeni çınar fidelerinin yetişmesine sebep oldu ve gün geldi 58 yeni çınara hayat vermekten o çınarın kökleri bu dalları besleyemez oldu ve yeni çınarlara yol vermek üzere bu dünyada ki vazifesini öteki dünyaya nakletti, hepsi bu …
97 yıllık ömründe kazandığı kalpler, yaptığı iyilikler, sevaplar ile kazanamadığı gönüller, kırdığı kalpler ile bu dünyada Yalova merkez camiinin musalla taşında geride bıraktıklarıyla helalleşti, ondan önce ebediyete intikal edenlerle helaleşmesi, ya da hesaplaşmasını İsrafilin çalacağı SUR borusu ile birlikte yüce Allahın huzurunda hep birlikte göreceğiz, ama o Mahkeme-i Kübraya kadar ki gelecek zamana değin, yorgun vucüdu 1973 yılında vefat etmiş olan anasının şefkatli kollarında huzur içerisinde, güneş ışıklarının toprağa değemediği yüksek, asırlık servi ve çınar ağaçlarının derin gölgesindeki yeni istirahatgahı’nda, biraz ileride aynı mezarda Ali Efendi ve Koçana’da Alman süngüleriyle şehit edilmiş çok sevdiği yiğenin adını verdiği oğlu İbrahim onun söylemiyle İbrim Agası, hemen onun karşısında çocuğu gibi baktığı evlendirdiği abisin oğlu Necmi, çok az yakınında ilk torunu Birol ve damadı Zahir Zümrüt’ün de olduğu yakınlarıyla yorgun geçen ömrününün yıprattığı bedenini dinlendirerek geçirecek.
97 yıllık yaşamın tüm merhalesi, süreci ve amacı kısaca bu, başka açıklaması da yok gibi.
Yorum
Kalemine saglik abicim 🙏
Kalemine saglik abicim 🙏
Teşekkür ederim kardeşim
In reply to Kalemine saglik abicim 🙏 by Ozan Sen (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim kardeşim
zehra hanim
gozlerim dolu dolu burnum sizlayarak okudum soncesi olarak kucuk kizcesi olarak onunla gurur duydum yine kollarimda son nefesini verirken gozumden akan iki damla yas ile onu ugurladim ...kalemine saglik yegenim ...tesekkur ve minnetle.....
Teşekkür ederim, ne mutlu…
In reply to zehra hanim by bircan (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim, ne mutlu bizlere
goc hikayesi
ayrica eklemek isterim ...tarih bilgini ve bunu bizlere aktarimini ayakta alkisliyirum ..ciddi bir arastirma gereken bu kadar derin bilgiyi bizlere de ogrettigin icin cok tesekkurler ...
Bir konuya değinince öncesi…
In reply to goc hikayesi by bircan (doğrulanmamış)
Bir konuya değinince öncesi ve sonrası çok önemli oluyor, elimizden geldiği kadar tarihi yaşanmışlıkları aktarmaya çalıştık.
Bir göç hikayesi
Canım kardeşim okurken benim annem ile Yalova da 1999 depremine kadar geçirdiğimiz zamanı hatırladım.Hatıralarla aynı zamanın içinden geçtim, bu anları bana hatırlattığın ve emeğin için teşekkür ediyorum.Fatih Kemal Atalı❤️💙
Sevgili kardeşim teşekkürler…
In reply to Bir göç hikayesi by Fatih Kemal Atalı (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim teşekkürler, bu vesile ile bende çocukluğumuz geçtiği Yalova'yı anmış oldum :)
Düşünce paylaşımı
Okurken tüm geçmişim,geçtiğim sokaklar ve Ali amcadan yediğim lahmacunlar(ki halen o kadar lezzetli gelmiyor yediklerim) gözümde canlandı. Bu yazı, hüzünle, geçmişin huzurlu geçen günlerii bir araya getirdi🙏
İnsanın hafızasında geçmişin…
In reply to Düşünce paylaşımı by Serap Sarıçelik (doğrulanmamış)
İnsanın hafızasında geçmişin renkleri, tatları, sesleri saklanırmış, zamanı gelince hatırlanır ve geçmişin tüm hüznü gözlerimizin önünden geçer.
Elinize kaleminize sağlık…
Elinize kaleminize sağlık Şenol abi. Çok hoş ve bu zamanları detaylı olarak yazıp bizleri bilinçlendirdiğiniz için teşekkür ederiz.
Teşekkürler kardeşimmm
In reply to Elinize kaleminize sağlık… by Emin (doğrulanmamış)
Teşekkürler kardeşimmm
Göçler
Cumhuriyetin öncesinde ve ilk yıllarında yaşanan ve sonrasında da devam eden göçlerin hikayesini yaşar gibi anlatmışsın.
Teşekkürler kardeşim.
teşekkürler kardeşim, ortak…
In reply to Göçler by Fikret Aydın (doğrulanmamış)
teşekkürler kardeşim, ortak geçmişe sahip birçok ailenin benzer hikayelerini yazmışız farkına varmadan.
Güzel yüreğine ve kalemine sağlık
Değerli Şenol Ağabey. Çok güzel sürükleyici ve derinden etkileyici bir yazı olmuş yüreğine emeğine kalemine sağlık.
teşekkür ederim kardeşim,…
In reply to Güzel yüreğine ve kalemine sağlık by Semih Nöbetçigil (doğrulanmamış)
teşekkür ederim kardeşim, Sağol
Hayatlar
Koçana'lı Zehra anneanneyi ve hikayesini bilmemizi sağladığın için teşekkür ederiz.
Göçler hem umut hem hüzün dolu hikayelerle dolu..
Güzel yazılarını ilgi ile takip ediyoruz..
Teşekkür ederim kardeşim,…
In reply to Hayatlar by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim kardeşim, her ailede benzer yaşamlar olmuştur,
Zehra 2 ( Ana Vatana Dönüş)
Balkanlardan ülkemize göç eden vatandaşların her şeyini kaybetmiş olmaları ve geldiklerinde herhangi bir yardım almamaları, Zehra Teyze ve Ailesinin bu göç dalgasından dolayı yaşadıkları, Bu yaşanılan hikaye gerçekten çok dramatik bir çırpıda okudum. Aile fertlerinin birbirlerine olan desteği, olumsuzluk karşısında dağılmamaları Bu hikaye ile birlikte o dönemi de çok güzel tasvir eden aynı zamanda Ali efendinin yaşadıkları ve senin Ailene kadar geçen süreç gerçekten içten ve duygusal boyutu çok yüksek bir anlatım çok etkilendim çok güçlü bir kalemin var eline sağlık.
Yeni yorum ekle